65. Cannes Film Festivalinden eli boş dönenler: CANNES’IN KAYBEDENLERİ

65. Festival’den ödül alamadan düş kırıklığıyla ayrılan yönetmenlerin başında David Cronenberg ile Jacques Audiard geliyor. Amerikalı yazar Don De Lillo’nun romanından alınan “Cosmopolis” zengin bir gencin varoluş açmazlarını anlatıyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
22 Haziran 2012 Cuma

Fransız sinemasının en iddialı temsilcisi Jacques Audiard “Pastan ve Kemikten” ile, duygulara seslenen ilginç bir aşk öyküsü anlatıyor. Eleştirmenler tarafından dengeli bulunan ödül listesinde bu iki film de yer almadı. Festivalin perde arkası olaylarını, yine “Cannes Notları”nda bulacaksınız.

Nanni Moretti başkanlığındaki jüri heyetinin kararları eleştirmenler tarafından olumlu karşılandı. Ödüllü filmleri gündemi getiren son üç yazımızdan sonra gözlerimizi Cannes’ın kaybedenlerine çeviriyoruz.

65. festivalin mağluplarının başında şüphesiz ki, Kanadalı yönetmen David Cronenberg geliyor. Onu iddialı Fransız yönetmen Jacques Audiard izliyor. “Daha Hiçbir Şey Görmediniz / Vous N’Avez encore Rien Vu” ile edebi tadlar sunan, 90 yaşında üretkenliğini sürdüren Alain Resnais, modern olimpiyatların kurucusu Baron De Coubertin gibi “mühim olan yarışmak” dercesine, ödül listesinde yer alamadığına üzülmedi.

Ben kendi hesabıma, Amerika sinemasının özgün sesi Wes Anderson’un, mükemmel “Moonrise Kingdom”uyla, ilk kez katıldığı Cannes’dan ödül almadan ayrılmasına üzüldüm.

KÜRESEL EKONOMİK KRİZE BAKIŞ

Her filmiyle bir olay yaratan Kanadalı yönetmen David Cronenberg, kimi edebiyat eleştirmenlerine göre 21. Yüzyılın ilk başyapıtı diye niteledikleri Amerikalı yazar Don De Lillo’nun “Cosmopolis”i ile zengin bir gencin varoluş açmazlarını anlatıyor.

Kapitalizmin dibe vurduğu günümüzde, 28 yaşındaki milyarder bankacı Eric Parker’in (Robert Pattinson), Manhattan’da limuzinin içinde, saçını kestireceği berbere giderken yaşadıklarını izliyoruz. ABD Başkanının ziyareti yüzünden trafik durma noktasındadır, üstelik ekonomik krizi protesto eden nümayişçiler olay çıkarmaya kararlıdırlar.

Paranın sağladığı her lüksü kullanan Eric, Japon yeninin değer kaybetmesiyle, bir günde imparatorluğunun çöküşüne tanık oluyor ve her attığı adım onu korkunç bir sırra yaklaştırıyor.

James Joyce’un “Ulysses”ini New York’a adapte edilmiş modern bir versiyon olarak kaleme alan Don De Lillo’nun “Cosmopolis”ini Cronenberg altı günde senaryolaştırmış.

Basın konferansında ünlü yönetmen: “Özgün bir senaryo yazmak yıllarımı alabilirdi. Tembelliğimden De Lillo’nun görkemli diyaloglarına sığınmayı yeğledim” dedi.

Cronenberg, mükemmel sinema tekniğini sergileyerek, elindeki edebi metni, oyuncularını mükemmel yönlendirerek, ilginç temalar eşliğinde, görselleştiriyor. Bu metropol kabusunda, Cronenberg bizlere günümüzün en büyük sosyal yarası olan küresel ekonomik krize bakış açısını sergiliyor.

Cronenberg sinemasının karakteristikleri olan tatminsizlik, seks, şiddet, toplumsal korkular, paranoya gibi temalar “Cosmopolis”te de karşımıza çıkıyor.

Hayatının en önemli 24 saatini geçiren Eric rolünde kendini aşan Robert Pattinson’un yanında Paul Giamatti, Juliette Binoche, Mathieu Amalric, Samantha Morton gibi ustaları ikinci rollerde izliyoruz. Kaplumbağa hızıyla ilerleyen limuzine, Eric’i güzel karısı (Sarah Gordon), metresi (Binoche), her gün check-up’ını yapan doktoru, muhasebecisi ve iş arkadaşları ziyarete geliyor.

David Cronenberg, 1996’da “Crash” ile Jüri Özel Ödülü, 2006’da “Altın Araba / Carosse d’Or” ödülü aldığı Cannes’da, 1999’da jüri başkanlığı yapmıştı.

MODERN TOPLUM OTOPSİ MASASINDA

İyi bir öykü anlatıcısı olduğunu, 2009 Cannes Büyük Jüri Ödüllü “Peygamber / Un Prophéte”, 1996 En İyi Senaryo Ödüllü “Un Heros Discret”, Cesar ödüllü “De Battre Mon Coeur S’est Arreté” ile kanıtlayan Jacques Audiard, “De Rouille et d’Os / Pastan ve Kemikten” adlı iddialı filmiyle katıldığı 65. Festival’den eli boş döndü.

Günümüz toplum hayatından gerçekçi bir kesit sunan film, yolları kesişen iki küçük insanın, izleyenlerin içini acıtan öyküsünü anlatıyor. Annesiz küçük oğluyla başa çıkmaya çalışan, hayatta bir baltaya sap olamamış, parası ve arkadaşı olmayan Ali (Matthias Schoenarerts) yasadışı boks dövüşleri yapan bir kayıp ruhtur.

Hayatını katil balinalara eğitmenlik yaparak kazanmaya çalışan, ancak bir kaza sonucu iki bacağını birden yitiren, yaşama sevincini kaybedip intihar etmek isteyen güzel Stephanie’yi (Marion Cotilard) hayata döndüren Ali olur. Anne-baba sevgisi görmeden büyüyen beş yaşındaki bir çocuğun gözünden anlatılan film, ekonomik krizin etkilediği sıra dışı bir avuç insanın acıklı öyküsünü işlerken, modern toplumu otopsi masasına yatırıyor.

Bir gecelik bir ilişkinin meyvesi olan Sam, beş yaşına kadar yaşadığı annesinden sonra, Antibes’deki halasının himayesine girecektir. Çocuk sevgisini ilk kez hisseden sorumsuz bir baba, hayatta ilk kez sevildiğini gören bir çocuk, güzel bir kadının iki bacağını kaybettikten sonra sakatlıkla baş etmeyi öğrenmesi, yolları kesişen iki genç insanın ilk kez mutluluğu yakalayıp bir aile kurmaları gibi temalar, filmde insancıl mesajlar eşliğinde anlatılıyor.

60 yaşındaki yazar-yönetmen Jacques Audiard’ın büyük bölümünü Cannes’da çevirdiği bu melodramda başrolle paylaşan iki oyuncusundan tam verim almayı başarıyor.

Oscar adayı “Bulhead”den tanıdığımız Belçikalı aktör Matthias Schoenaerts bu filmdeki görkemli oyunculuğu ve müthiş fiziğinin yardımıyla Hollywood’a kapağı atıyor.

Edith Piaf’ın hayatını anlatan “Le Mome” filmiyle Oscar kazanan, Christopher Nolan’ın “Başlangıç / Inception” başyapıtıyla Hollywood’daki yerini sağlamlaştıran, büyüleyici güzellikteki Marion Cotillard, her zamanki gibi düzeyli oyunu ile öne çıkma başarısını gösteriyor.

 

CANNES NOTLARI

üFestival’in ilgi odağı, şöhretli bir sinemacı değil bir moda tasarımcısıydı. Jüride yer alan Jean Paul Gaultier’nin bu denli sevildiğini görmek, İngiltere’nin en yakışıklı starlarından (yine jüri üyesi) Ewan McGregor’u bile gölgede bıraktığına tanık olmak beni çok şaşırttı. 60 yaşındaki tasarımcı, Pierre Cardin’de başlayan kariyerini kendi firmasından sürdürüyor, Madonna için tasarladığı ilginç ve egzantrik kostümlerle adından söz ettiriyor. Dans ve müzik ile ilgilenen Gaultier’nin sinemaya yakınlığı biliniyor. Almodovar, Besson, Jeunet-Caro, Greeneway gibi ünlü yönetmenlerin bazı filmlerinin kostüm tasarımlarında Gaultier’nin imzası var.

üFestival Roman Polanski’ye, 1979’un Oscar ve Cesar Ödüllü filmi “Tess” için özel bir gösterim yaparak, saygı duruşunda bulundu. Polanski’nin Thomas Hardy’nin ünlü romanından uyarladığı “Tess”te başrolü 17 yaşındaki Nastassja Kinski’ye oynatmıştı. Filmin galasında Roman Polanski ve N. Kinski hazır bulundu. Yine yarışmada dışı özel bir gösterimde, Laurant Bouzereau’nun “Roman Polanski: A Film Memoir” adlı 1,5 saatlik belgeseli gösterildi. Bu film, karizmatik yönetmenin Krakov temerküz kampında başlayan çocukluğu, Paris’teki yaşantısı, karısı Sharon Tate’in katledilişi, 1977’de ABD’de bir cinsel suçtan tutuklanışı, “Piyanist” ve “Chinatown” filmleriyle Oscar ödülü kazanması gibi sanatçının hayatındaki önemli kilometre taşlarına odaklanıyor. Belgesel, Polanski’nin İsviçre’de mahkumiyetini çektiği Gstaat’taki rezidansında çekilmişti.

Geçen yıl Michael ile bir pedofili, bu yıl “Cennet: Aşk / Paradies: Liebe” ile seks turizmine çıkan 60’lık bir kadını anlatan Avusturya sineması, Cannes izleyicilerine “bu ülkede yalnız sapıklıkların filmleri mi yapılıyor?” sorusunu sordurdu. Beş yıl önce Cannes’da yarışan “İmport Export”tan tanıdığımız Avusturyalı aykırı yönetmen Ulrich Seidl, trilojisinin bu ilk filminde yaşı geçmiş kadınların Afrika’nın yoksul ülkesi Kenya’nın tatil beldelerinde, simsiyah gençlerle yaptıkları seks fantezilerini anlatıyor. Kadınların birbirlerine yaptığı doğum günü hediyelerinin en makbulü, bir yerlerine kurdele bağlanmış çıplak bir Kenya delikanlısı. Seks ticaretinin dünya turizmindeki öneminin altını çizen film, kahramanımız Teresa’nın zenci paratonerlerinden yalnızca seks değil, sevgi ve saygı görmeyi beklemesiyle saçmalıyor.