Yağmurlu ama başarılı bir festival geride kaldı: ÖDÜLLÜ FİLMLER

Geçen hafta Altın Palmiyeli “Aşk”ı ve çift ödüllü tek film olan “Tepenin Ötesinde”yi yazmıştık. Bu hafta ödül listesinde gezinmeye devam edeceğiz. Jüri Ödülü kazanan Ken Loach’ın “Meleklerin Payı”, ince bir mizah içeren sosyal içerikli, iyimser bir komedi. Mads Mikkelsen’e En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü getiren “Av” pedofili ve çocuk tacizi gibi hassas ve evrensel bir konuyu cesaretle ele alıyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
8 Haziran 2012 Cuma

Jürinin, yarışmanın en sıkıcı, izlenmesi en yorucu filmi “Karanlıktan Aydınlığa”ya En İyi Mizansen Ödülünü vermesi şaşırtıcıydı. İlginizi çekecek festival dedikodularını “Cannes Notları”nda bulacaksınız.

Nanni Moretti başkanlığındaki jürinin, Altın Palmiye’yi Michael Haneke’nin “Aşk”ına layık görmesine, Rumen filmi “Tepenin Ötesi”ne çifte ödül vermesine kimsenin itirazı olamazdı.

Keza jürinin, pedofili ve çocuk tacizi gibi hassas bir konuyu cesaretle ele alan “Av” filminin aktörü Mads Mikkelsen’i, Ken Loach’ın ince bir mizah içeren, iyimser komedisi “Meleğin Payı”nı ödül listesine alması akıllı ve adil bir yaklaşımdı. Ancak sıradan, banal bir komedi olan İtalyan “Reality” ile yarışmanın en sıkıcı, izlenmesi en yorucu filmi “Karanlıktan Aydınlığa”nın ödüllendirilmesini hazmetmek zor.

MELEĞİN PAYI

Üretim aşamasında fıçılarda bekletilen viski ağırlığının yüzde onunu kaybeder. İskoçlar buna “meleğin payı” adını vermişler. Yaşayan en önemli İngiliz yönetmen Ken Loach kıdemli senaristi Paul Laverty ile yaptıkları “Angels Share” komedisi adını buradan alıyor.

Şöhretini işçi haklarını savunan sosyal içerikli ciddi filmleriyle yapan 75 yaşndaki Ken Loach, bu kez teneffüse çıkan öğrenciler gibi, hafif konulu, eğlenceli hoşça vakit geçiren bir film yapmak istemiş. İnce mizah içeren bu iyimser komedi de, Laverty – Loach ikilisi bu 12. işbirliğinde, İskoçyalı dört genç serserinin hayata tutunma çabasını anlatıyor.

Loach, uzmanlık alanı olan, İngiliz emekçi kesiminde duygusal tablolar çizme alışkanlığının izlerine rastladığımız filmde, hapisten şartlı çıkmış, yeni baba olmuş, hayatına yeni bir yön verme şansını yakalamış, bir İskoç serserisinin öyküsünü anlatıyor.

Yeni bir başlangıç yapmayı arzulayan Robbie’ye, bir viski imalathanesinde yaptığı ziyaret, kendisine ve arkadaşlarına ümitsiz hayatlarından kurtulmak için yeni bir fırsat yaratır. Koku alma hassasiyeti olduğunu öğrenen Robbie, çok nadir bir viskiyi üç arkadaşının yardımı ile kaçırıp zengin oluyor, bu arada iş teklifi alıyor.

Bu sempatik filmde Loach insancıl mesajlar verip, alınacak dersleri gözlerimize seriyor. Cannes’da film gösterimini izleyen basın konferansında Ken Loach, “İşsizliğin had safhada olduğu İskoçya’da, istikbal endişesi taşıyan serseri gençliğin hayatlarını değiştirebilmek için, kahramanın Robbie gibi bir mucizeye ihtiyacı olduğunu göstermek istedik” dedi. Loach sözlerini şöyle sürdürdü: “Siz Fransızlar için şarap neyse İskoçlar için viski aynı önemi taşır. Meraklıları özel bir viskinin şişesine astronomik bedeller ödemeye hazır. Filmin başrolünü oynayan Paul Brannigan, hayatında filmdeki rolüne benzeyen zorlu deneyimler yaşadı. Robbie karakterine bürünmede bu yüzden zorlanmadı.

İngiliz usta 17 kez katıldığı Cannes Film Festivalinde 2006’da “The Wind thet Shakes The Barler / Rüzgarın Sesi” ile Altın Palmiye ödülü kazandı. Bu yıl kendisine Jüri Ödülü getiren “Meleğin Payı”ndan altı yıl önce Cannes’da yarıştığı “Looking For Eric” adlı komedi filmi de çok beğenilmişti.

EN SIKICI FİLME EN İYİ MİZANSEN ÖDÜLÜ

Jüri yarışmanın en sıkıcı, izlenmesi en yorucu filmi “Post Tenebras Lux / Karanlıktan Aydınlığa”ya En İyi Mizansen Ödülü vermekle bir skandala imza atıyordu. 100 dakika boyunca ekranın dört bir tarafını mercek oyunlarıyla flu hale getiren Carlos Reggadas, yarışmanın 22 yönetmeni arasında en iyi mizansene sahip olanı ilan ediliyordu.

Filmografisindeki dört filmin üçünün Cannes’da yarışmaya kabul edilmiş olması Meksikalı sinemacının festival yönetimi tarafından çok sevildiğinin ispatı. 41 yaşındaki yönetmenin evvelce Cannes’da gösterilmiş tüm filmlerini izledim, 2007’de Jüri Ödülü alan “Lumiere Silencieuse” ve Altın Kamera Ödüllü ilk filmi “Japan” (2002) kesinlikle bu yıl ödül alan filmden daha kaliteli yapıtlardı. Adını bir Latin söyleminden “karanlığın ardından ışık gelir”den alan film, evlilikleri çatırdıyan, taşrada yaşamayı seçmiş, iki çocuklu bir burjuva ailesinin öyküsünü anlatıyor. Sadece çocukların gördüğü animasyon şeytan figürü, Reygadas’ın kendisinden çok daha yetenekli olan vatandaşı Guillermo de Toro’dan ödünç alınmış gibi duruyor.

Erkeklerin yabancı kadınlarla seks yapmalarının serbest olduğu bir saunaya gidip, karısının ilk kez gördüğü bir yabancıyla sevişmesini sukünetle izleyen kocayı gösteren sekans sinemada hep şaşırtmayı hedefleyen yaratıcı bir dehanın becerisini sergiliyorsa... Pes, ben almayayım.

Yerleşik kurallara karşı çıkmayı prensip edinmiş Carlos Reygadas, Cannes’daki basın konferansında şunları söyledi: “Düşler ve gerçekler arasında kalan bir çizgi çekmek istemiyorum. Filmimde kendi çocuklarımı oynattım, dekor benim yaşadığım,  tanıdığım yerler, doğa gördüğün gibi engin. Ben orada neler hissediyorsam, izleyiciye de onu hissettirmek istedim.”

Carlos Reygadas’ı hiç sevmiyorum. Ama oyuncu kadrosunda yer alan ve bu filminde tanıdığım sevimli çocukları Rut ve Eleazer’e hayran kaldım.

HASSAS KONU: PEDOFİLİ

Yarışmalarda jürilerin usta diplomatlar gibi davranıp politik kararlar alması adet haline gelmiştir. 65. Festivalin en kaliteli 3-4 filminden biri olan Thomas Vinterberg’in “Av – Jagten”i ödül listesi dışında bırakamayacağını gören jüri, filmin kendisine ve yönetmenine verebilecekleri ödülü başrol oyuncusuna kaydırdı. Şüphesiz ki Mads Mikkelsen’i oyunu birinci sınıftı, ama Jean – Louis Trintignant’ın performansıyla kıyaslanamazdı. “Av” Büyük Jüri Ödülü sahibi ‘Reality’den çok daha kaliteli bir filmdi, Vinterberg En İyi Mizansen Ödülünü kazanan Carlos Reygadas’tan çok daha yetenekliydi.

Danimarkalı yönetmen Cannes’a on dört yıldır gelmiyordu. 1998’de Dogma ekolünün öncüsü sayılan “Festen / Şölen” Cannes’dan, ikincilik ödülü olan Jüri Özel Ödülüyle ayrılmıştı. DOT tarafından geçen yıl şehrimizde sahnelenen “Şölen” doyumsuz bir tiyatro şöleniydi.

Pedofili ve çocuk tacizi gibi evrensel bir konuyu büyük ustalıkla anlatan Thomas Winterberg, Danimarka gibi uygun ve örnek bir ülkede dahi, bağnazlığın nasıl korkutucu boyuta gelebileceğini gözlerimize seriyor.

40’lı yaşlarını sürdüren Lucas karısından ayrıldıktan sonra yeni bir iş bulur, yeni bir sevgili edinir ve 15 yaşındaki oğlu ile ilişkilerini düzeltir. Herşey yoluna girmişken en yakın arkadaşının hayalci küçük kızının iftirasına uğrar, kendisini pedofili ile suçlayan çevresi tarafından adeta linç edilir.  Kollektif bir histerinin ürünü olan toplumsal bu linç sonucu Lucas’ın hayatı cehenneme dönüşür, tutunacak dal, masumiyetine inanan insan bulamaz. Danimarka taşra hayatını ve önyargılı insanlarının gerçekçi bir portresini çizen bu dram sosyolojik açıdan da çok başarılı.

Cannes’dan notlar...

• Geçen yıl festivale damgasını vuran olay, Hitler’e ve Nazizme olan hayranlığını dile getiren Lars Von Trier’in “istenmeyen adam” ilan edilmesiydi. Bu yılki festivali ise, son sekiz gününde hiç durmadan yağan yağmuru ile hatırlayacağız. Taksi trafiğine kapatılan Festival Sarayına, uzun topuklu, tuvaletli hanımların, smokinli beylerin az ıslanarak, ulaşma telaşlarını hiç unutmayacağım.

• Cannes Film Festivali bu yıl da bir ilke imzasını attı. İki cinayetten suçlu bulunarak ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış bir mahkum ilk kez bir yarışma filminin başrolünde oynadı. 20 yıldır İtalya’nın Volterra Cezaevinde yatan Anieli Arena, Matteo Garrone’nin “Gerçek/Reality” filminde, reality show’a katılıp ünlü olmayı düşleyen saf bir balıkçıyı canlandırıyor.

• Kızı müzisyen sevgilisi tarafından öldürülen, 81 yaşındaki aktör Jean-Louis Trintignant 1998’den beri film çevirmiyordu. 1969’da “Z” filmiyle Cannes’da En İyi Aktör seçilen efsanevi oyuncu, Haneke ile çalışma ayrıcalığı için kararından döndü. Altın Palmiye Ödülünü alan “Aşk / Amour” için Kapanış Galasında sahneye çıkan Trintignant, Fransız şair Jacques Prevert’in bir şiirinden iki mısra okudu.

• Cannes’da evvelce dört ödül kazanan Nuri Bilge Ceylan’a bu yıl “La Corosse d’Or / Altın Payton” ödülü verildi. Ceylan’ın Le Film Français’de yayınlanan bir konuşmasında “Ödülün adını Jean Renoir’ın bir filminden aldığını bilmiyordum. Zaten hiç bir Renoir filmini izlemedim” demesi Fransızların hoşuna gitmedi.

• Empresyonist ressam Pierre Auguste Renoir’in oğlu olan Jean sinema tarihinin en önemli başyapıtlarından “La Regle du Jeu / Oyunun Kuralı” (1933) ve “La Grande İllusion / Harp Esirleri” (1937)nin yaratıcısı.. Bu yıl ‘Belirli Bir Bakış’ bölümüne yarışan “Renoir” filmi, baba Auguste’un son yılları ile savaştan dönen oğul Jean’ın ilk sinema deneyimlerini anlatıyor.

• Edebiyatın sinemanın hizmetinde olduğunu kanıtlayan bir festival izledik. Yarışma filmlerinin üçte biri konularını ünlü romanlardan almıştı. “Cosmopolis” Don de Lillo’nun, “On The Road / Yolda” Jack Kerouac’un, “Daha Hiçbir Şey Görmediniz” Jean Anouille’un, “Therese Desqueyroux” François Mauriac’ın, “Paper Boy” Pete Dexter’ın, “Pastan ve Kemikten” Craig Davidson’un eserlerinden alınma. İki ödüllü Rumen filmi “Tepenin Ötesinde” gerçek bir olayı anlatan bir romanı beyaz perdeye taşıdı.