Ateş düştüğü yeri yakar

Ateş düştüğü yeri yakar çünkü kimse hissetmediği acıya hayıflanamaz. Herkes bir olayın en çok kendisine dokunan tarafına ağlar. Herkes bir kişiyi ancak kendini onun yerine koyabildiği ölçüde anlar.

Rita ENDER Perspektif
25 Ocak 2012 Çarşamba

Bugün Fransa’da yaşayan, Türkiye ile herhangi bir bağlantısı hiç olmamış, bu “egzotik ve oryantal diyar” hakkında oradan buradan öylesine duydukları dışında bir fikri olmayan ve Ermeni de olmayan bir Fransız vatandaşı, Ermeni soykırımını tanıyan veya inkârını cezalandıran yasalar hakkında-karşısında ne hisseder, ne hissedebilir? Hiç. Düşünebilir mi? Evet, tabii ki. Ne düşünebilir? Söz konusu kişi, eğer okuma yazması olan birisiyse veya mesleği bir şekilde bu yasalarla ilgilenmeyi gerektirmişse şöyle düşünebilir:

“Bu yasalar kötüdür, saçmadır, öyledir, böyledir,” çünkü  “tarih, mahkeme salonlarında veya parlamentolarda yazılmaz.”

Hâlbuki burada yazılmış. Yazılıyor, yazılmakta. Bugün, Türkiye’de yaşamış, yargılanmış ve tutuklanmış 68 kuşağı aktivistlerinden hiçbiri, hafıza kaybı yaşamadığı müddetçe bunun aksini iddia etmez. Varlık Vergisi’nin de, 20 sınıf askere alınmanın da bir takım hukuki belgelere ve aslında parlamento kararlarına dayandırıldığını bilenler de bunun aksini iddia edemez. Ya da en azından ahlâken ve vicdanen etmemelidirler...  

Vicdan hukuki bir meseledir. Yalnızca hâkimlerin kararlarını vicdanlarına göre vermeleri yönünden değil, aynı zamanda avukatların savunma yapabilmeleri açısından da. O kadar ki, bazı avukatlar bu mesleği sadece bu yüzden seçmişlerdir. Mağdur edilenin hakkını sonuna kadar savunmak için, haksızlığa karşı çıkmak, hakkın-adaletin yerini bulmasına aracılık etmek ve ille de bir ‘intikam’ alınacaksa bu şekilde almak için. Olan biten canlarını acıttığı için, ateş onlara da sıçradığı için.   

Derin bir yanık izi taşıyan Avukat Fethiye Çetin bir defasında şöyle söylemişti: İnsanlar avukatları teknik bir takım adamlar, kadınlar olarak görür. Her konuda tak tak tak söyler ve giderler. Oysa siz orada neler yaşıyorsunuz bunun kimse farkında değil.”                                                                             

Bazılarımız, onun-onların ‘orada’, Hrant Dink cinayetinin yargılandığı mahkeme salonunda ne yaşadığını davaya ilişkin karar çıktığı gün anladı!

Ve anlaşıldı ki, Hrant Dink’in hukukçu arkadaşlarının ve avukatlarının, hukukçu olmayan dava arkadaşlarından belki de tek bir farkı vardı: Hukukçular bu gönül meselesine ‘teknik’ olarak da yaklaşıp, olayın her noktasında yer alan faklı ihlalleri gerekçelendirmek zorundaydılar. Gerekçelendirdiler de: Neyin hangi sebepten, hangi kanun maddesine-maddelerine, hangi hukuk prensiplerine aykırı olduğunu ayrıntılarıyla yazdılar, delilleri sundukları dilekçelerde uymaları gereken sürelere dikkat ettiler, yargılama usullerine riayet ettiler. Yani onlar kurallara uydu; kurallara uymayıp oyunu fena halde bozan ve aslında ‘dalga geçen’ başkalarıydı!

Bu yüzden 25. duruşmanın sonunda Fethiye Çetin şöyle haykırıyordu: “…Arat Dink ne demişti, 'bizimle dalga geçtiler', dalganın büyüğünü meğersem en sona saklamışlar; onu da bugün öğrendik. Meğer Hrant Dink bütüüüün o planlı eylemlerden değil, üç beş kendini bilmez tarafından öldürülmüş; burada örgüt yokmuş! Bu kadarını beklemiyorduk. Gerçekten bu kadarını beklemiyorduk.”

“Gerçekten” derken sesi titriyordu. Devam ederken toparlandı ve sözü bitirirken dedi ki; Bu dava bitmedi, biten bir komedi dosyasıdır. Bizim için bu dava yeni başlıyor…”

Davalar başlıyor, davalar bitiyor. Bu süreçte, dünyevi mahkemelerin tüm kayıtları tarihe bir bir düşüyor. Fakat kayda geçmeyenler, kayda geçecek kadar önemli bulunmayan hususlar da oluyor. Mesela o mahkemelerde görevli avukatlara yöneltilen; “Türkiye’de hukuk yok ki, sen neden hâlâ avukatlık yapıyorsun?” sorusunun cevabı yazılmıyor. Taa ki ateş düşene, kalem yazdırana, can acıyana dek…