Dikkat: ‘Churrascaria’ saldırabilir

Vladi BENBANASTE Köşe Yazısı
23 Kasım 2011 Çarşamba

Yeşilköy Havaalanı’nın kredi kartı marifeti ile yemek yeme salonlarından birindeyim. Bayram öncesi köprü yapmak bir tek bizim aklımıza gelmemiş olacak ki içerisi ana baba çoluk çocuk dolu. Bir gürültü, bir patırtı… Bir koltuktan öbürüne estetik silikon meme muhabbeti, tavlada vido sesleri, plajda mat kot oynayan gençler, nedense bütün bu gürültüler aşina geldi bana. Sonuçta ne o? Özel salondayız, huzur bulmaya geldik… Neme lazım önümüzdeki birkaç saatte yemek felan bulamayız diye, atıştırıyorum ondan, bundan, biraz da şundan… Derken, ‘bordink taym’ ve şu anda uçaktayım… Yeşilköy’den kalkalı henüz iki saat olmuş. Tepemdeki ekrana bakıyorum saatte yaklaşık 900 km hızla gidiyoruz ve gideceğimiz yere daha on bir saat kadar bir süre var…

İtalya’ya varınca Akdeniz’i çaprazlama geçip Afrika Büyük Sahra’nın kenarından güney Atlantik Okyanusu’nu geçeceğiz sonra ‘drek-man’ Sao Paolo’ya ineceğiz. İnsan dediğin kuş misali, hop orada hop burada. Sabah dört arkadaşım ve bizler olarak 6 kişilik bir mini kafile ve bir daha geri dönmeyecekmişçesine yüklendiğimiz valizlerimiz ile 10:30’da nihayet THY uçağına bindik. Uçağımızın son derece kibar personeli kaptan pilot eşliğinde ‘dyü de hevi trafik Yeşilköy eirport’ vaziyetinden dolayı yaklaşık bir saat sonra sıra uçabileceğimizi bildirmesini müteakip “bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete” misali uçuverdik… Şimdi de “leydiz end jentilmens dyu de weder kondişins in our altityud” hafif hafif sallanıyoruz… Korkuyor muyum? Aaaa şaşırdınız mı siz? Ben uçağın asla düşmeyen tarafından bilet aldım… İçim rahat. Bi sorun varsa; diğer yolcular düşünsün… Yaşlandım galiba? Eskiden hiç ‘tınmaz’dım bu sallantıları ama ne yapacaksın ‘neyşınıl cografik’te yıllardır uçak kazası raporu dizisini seyrede seyrede, uçakların başına ne kadar ‘abidik kubidik’ sebeplerle olaylar geldiğini bilmek durumunda kaldım. Bu arada pencereden bi bakıyorsun uçak ayrı sallanıyor kanatlar ayrı. Kılcal çatlak filen? Barbi-nam… Hani, korkuyorum demeyeyim de tedirgin oluyorum diyeyim… Böylesi daha iyi, en azından karizma çizilmez…

Uçağa bineli 10 saati geçti, sanki burada doğdum gibi hissetmeye başladım. Yenilebilecek, içilebilecek ne var ise tüketiyorum. Sanırım havada yiyecek ikmali yapmak zorunda kalacaklar. Şu ana kadar pek uyuyamadım… Dostlarımın ifadesine göre nev-i şahsıma münhasır ‘uyku lanetliği’ üzerimde

Sonuçta “kabin kru kros cek, lending pozişin” anonslarını takiben saat 22 civarında otelimize vardık... Valizlerimizi bırakır bırakmaz Sao Paolo’nun en cav cavlı caddelerinde gezinip hiç vakit kaybetmeden gecelere aktık. O bar senin, bu ‘nayt klöb’ benim derken, gün ağarmaktayken peşimizde taktığımız Latin orkestrası ile birlikte sokaklarda sambada yapa yapa otele döndüğümüzü hatırlıyorum... Şükür rüya imiş. Cümleyi baştan alıyorum; valizlerimizi bırakır bırakmaz Sao Paolo’nun en güzel otellerinden birinde hiç vakit kaybetmeden uykuya aktık… Nasıl? Bu daha inandırıcı oldu değil mi?

Anlamıyorum uçaktaki zaman bu kadar yavaş geçerken uyuduğumda birden bire sabah olmasını. Ama iyi uyumuş olmanın yanında rüyamda gördüğüm sambada dansının etkisi ile sabah aksiliğim yok… Hem ayrıca sabah olmasının güzel ve özel bir tarafı var; açık büfe kahvaltı. Neme lazım bir daha kahvaltı bulamayız, iyimsi mi ne varsa yiyelim düşüncesinin etkisi (alıştığınız tarzda söyleyeyim); ‘fin al patladiyar’ şeklinde hafif hafif atıştırdık. Kahvaltı bitiminde şortumun daralıp da çekip göbeğimi içine alamaz hale geldiğini fark ettim. Garip, çekmiştir herhalde… “Hava nemli” ya! Ondan olsa gerek.

Kahvaltıdan öğlen yemeğine kadar olan 3 saatlik süre içerisinde boş durmamak için minibüsümüz ve rehberimiz eşliğinde panoramik şehir turu yaptık. Eeee ne de olsa buralara sık sık gelmiyoruz, doğrusu biraz sapa kalıyor bizim eve, gelmişken biraz bakıştırıverelim etrafa yemek aralarında. Hava, ‘sıcaaaak’; nem, ‘1500’; klimalı minibüs, ‘seriiin’; ne işim var, hükümet binası, botanik garden filan diye düşünürken, biraz yürümekten zarar gelmeyeceği fikri ile minibüsten inip dolanmaya başladık. Planlı gelişim sağlandığından şehrin göbeğinde kocamaaaaan bir göl ve bu gölün etrafında ağaçlar ile çevrilmiş yürüyüş, koşu, bisiklet parkurları ve bizdeki tabiri ile ‘mesire’ yerleri. Bizler saat farkı, uykusuz ve sambalı gecelerin(!) etkisi ile hımbıl hımbıl yürürken sağımızdan solumuzdan her yaş grubundan insanlar yürümekte, bisiklete binmekte ve hatta (düşünebiliyor musunuz ) koşmaktaydılar. Bizler de birer kavun büyüklüğünde hindistancevizi meyvesi alıp tir-büşon ile açtığımız deliğe birer pipet yerleştirmek sureti ile sporumuza devam ediyoruz kararlı adımlarla ve mecburen birkaç yüz metre daha yürüyoruz kurtarıcımız minibüse varmadan önce.

Bu kadar eziyet yeter, sıra İstanbul’dan beri beklediğimiz öğlen yemeğinde yerel dilde ‘Churrascaria’ diye adlandırdıkları ufak ufak birkaç kilo et yemek zorunda olduğun bir çeşit işkence odası. Et de et ama yani. Çeşit çeşit etler, şişlere geçirilmiş, kömür ateşinde etrafı narrrr gibi kızarana kadar pişirilmiş ve sürekli acelesi olan garsonlar tarafından ateşten kapıldığı gibi şişin üzerinde, dumanı üzerinde kocaman keskin bir bıçak esliğinde yanı başınıza geliyor… Portekizce etin adı söyleniyor, tabi ki sen bir şey anlamıyorsun, ete bakıyorsun, kafana uyarsa, evet manasında kafanı sallıyorsun adam da gönlüne göre kocaman bir parçayı kesip tabağına bırakıyor. Zaten hayır deme şansın yok… Pala gibi bıçak onda. Sen çatalı bıçağı eline alıp yemek üzere hamle yaptığında bir başkası yanında beliriyor, Portekizce bir kelimeler. Etin adını söylüyor. Bakıyorsun “maşallah” çok güzel, “si” diyorsun, o da kesip tabağına bırakıveriyor, daha ilk etten bir lokma yerken 4. 5… Ve de 10. servis saldırılarına maruz kalıyorsun… Taaaa ki önündeki yeşil yuvarlak “et getir lan” işaretini “getirme kardeş ben çok doydum” rengi olan kırmızıya çevirene kadar, bu amansız ve de aralıksız saldırılar devam ediyor… Hayır, etten önce mükellef açık büfeye uğramamış olsam yiyeceğim de… Mazeretim var… Maalesef doydum… Saldırılarım bir an önce bitmesi için kırmızı yuvarlak “et istemezük” işaretini herkesler iyice görsün diye alnıma yapıştırıyorum…

Bu ziyafetin bitiminde, sevgili minibüsümüz bizleri havaalanına bırakıyor. İstikamet Brezilya’nın UNESCO kültür mirası listesine dahil edilmiş, koloni döneminin izlerini halen taşıyan en güzel şehirlerinden Salvador de Bahia. Oraya vardığımızda tahmin edebileceğiniz gibi akşam yemeği saati geldiğinden, odamıza eşyaları attığımız gibi asli görevimizin başına döndük. Bilin bakalım yemekte ne var… Öğlenki et saldırısının aynısı… Rüyamda; ellerinde et dolu şişler ile beni kovalayan garsonlarla bütün gece uğraştım… Salvador De Bahia anlatmak ile bitmeyecek güzellikler ve Maykıl Jakson hikâyesi ve daha niceleri gelecek bölümde…

Bir dahaki yazıya kadar etten uzak kalın ve de unutmayın hep

Sevgiyle kalın.