Amcam (Mon Oncle)

İzel ROZENTAL Köşe Yazısı
14 Eylül 2011 Çarşamba

Sinema meraklıları Jacques Tati’nin 1958 yılında çekmiş olduğu  “Mon Oncle” (Amcam) filmini hatırlayacaklardır. Filmin kahramanı Mösyö Hulot, orta yaşta olmasına karşın çocukluğunu yitirmemiş saf bir tiptir. Film, 50’lerin ‘mondenlerini’ hicveder. Hafızam beni yanılmıyorsa, Harbiye’deki Konak Sineması’nda halamla birlikte bu filmi izlediğimde henüz dokuz-on yaşlarında küçük bir çocuktum. Afişteki yalın grafik anlatımdan ve adının yaptığı çağrışımdan bir çocuk filmi sanmış, ancak ilk yarım saatini saymazsam gösteri boyunca sıkıntıdan patlamıştım. Filmden çıkardığım tek ders şu olmuştu:  Amcalar büyük çocuklardır!

Gerçekten de Jacques Tati’nin çizdiği ‘amca’ tiplemesi - ki Türkçeye çevrildiğinde dayı olmalı – fiziksel olarak amcamla hiç ilgisi olmamasına karşın, tıpkı amcam gibi davranıyordu. Çocuk kafamla amcaların biricik yeğenleriyle arkadaşlık etmek üzere var olduklarını kavramıştım!

Mösyö Hulot, ince, uzun boylu, narin yapılı bir karakterdi. Amcam ise ona kıyasla atletik sayılırdı. Hulot’nun alabros taranmış gür saçları vardı, amcamınsa kel tepesi güneşte parıldardı. Hulot’nun ağzından hiç düşürmediği piposuna karşın, amcam tütün mamullerinden nefret ederdi. Ama ikisi de yürümekten, pedal çevirmekten hoşlanıyorlardı. Amcam ömründe hiç otomobil kullanmamıştı. Mösyö Hulot gibi o da trafikten, arabalardan, modern yaşam tarzından uzak durur, aşırı çağdaşlığa özenen yakınlarıyla dalgasını geçerdi. Polonezköy’e bisikletle kaç kez gidip geldiğini anlatmaya doyamazdı.  Gülle kadar ağır ve vitessiz bisikletinin önüne bağladığı bir yastığa beni oturtur, Büyükada turunu bisikletten hiç inmeden tamamlardık. Bazen Palyambelo’daki kır kahvesinde (şimdiki adıyla Eski Bağ) mola verir, aşağıdaki kayalıklardan denize girerdik. Yukarıdan deniz kıyısına inmek her defasında müthiş bir maceraydı! Uçurumu andıran sarp ve dik keçi yolundan yuvarlanırcasına aşağıya koşardık. Amcam sevgili bisikletini yukarıda bırakmaya kıyamaz onu da sırtlar öyle inerdi. Palyambelo maceralarımız amcamla aramdaki küçük sırrımızdı, kesinlikle evdeki büyüklerimize bu tehlikeli işlerden söz etmezdik.

Bir diğer sırrımızsa kışın, pazar sabahları gerçekleştirdiğimiz sinema kaçamaklarıydı. Evdekiler bizim çocuklara özgü çizgi film seanslarında olduğumuzu zannederken, biz Beyoğlu’ndaki Alkazar Sinemasında Baytekin’in(1) nefes kesen uzay maceralarını izler olurduk...

Çizgi roman hastalığını da bana amcam bulaştırdı diyebilirim. Cumartesi geceleri en büyük eğlencemiz Talimhane’deki evimizin bitişiğindeki bakkal Yorgo’dan aldığımız Teksas, Tommiks, Red Kit, Pekos Bill fasiküllerini uyku bastırana dek okumak olurdu. Bunun tek istisnası Eşref Şefik’in radyodan naklen anlattığı güreş ve boks müsabakalarıydı. O akşamlar amcam heyecanla radyonun başına geçer, Eşref Şefik’in anlatımına göre şakacıktan kâh güreş tutar, kâh karşılıklı yumruklaşarak boks yapardık. Unutulmaz sahnelerdi!

Amcamın olağanüstü bir müzik kulağı ve hafızası vardı. Tünel’de Rozental Plak Evi adı altında küçük bir dükkân işletirdi. Gerçek bir plak uzmanıydı. Bir müzik eserinin hangi orkestra tarafından hangi yıl, hangi stüdyoda kaydedildiğini, yayıncısını,  kayıt kalitesini bir çırpıda söylerdi. Batı müziğini İstanbullulara sevdirmeyi adeta görev edinmişti(2). Oysa işini sevmezdi. Popüler müzikten hazzetmiyordu. Sattığı 45’likleri müşteriye paketleyip vermeden önce dinlemek zorunda kalması(3) onu müzikten nefret etme noktasına getirmişti. Eve hiç iş, yani plak getirmezdi. 1958 yılında Tünel bölgesinin istimlâk edileceği söylentileri çıkınca, mağazayı Harbiye’ye taşıdı. O yıllarda okul çıkışı kendisine yardımcı olma bahanesiyle her gün mutlaka dükkâna uğrar müzik kültürümü geliştirirdim. Daimi müşterileriyle – aslında bunlara misafir demek daha doğru olur zira hemen hepsi alışverişten ziyade sohbete gelirdi - gerçekleştirdiği hararetli müzik sohbetlerini dinlemekten zevk alırdım. Teknolojik yeniliklere kuşkuyla yaklaşmasına karşın, Harbiye’deki mağazaya dört çift kulaklık taktırdığını hatırlarım. Bu İstanbul için bir ilkti. Müşteriler telefon ahizesine benzeyen kulaklıkları görünce şaşırır, hatta öfkelenip plağı dinlemekten vazgeçenler olurdu. Amcam ise bu gibi durumlarda hınzırca sırıtarak müşterisine başka seçenek olmadığını söylerdi. İlk kez teknoloji onu mutlu etmişti!

1973 yılında gizlice evlendiğinde 52 yaşındaydı. Yaşıtım sayılabilecek yengemle dört yıl boyunca flört etmişlerdi. Ailemizde bu ‘yasak’ aşktan bir tek ben haberdardım. Hafta sonlarında İstanbul’un mesire yerlerine giderler, baş başa romantik saatler geçirirlerdi. Bazen kâh Moda Burnu’nda, kâh Çamlıca Tepesi’nde el ele, kol kola çektirdikleri fotoğraflarını gösterirler, özel anlarını benimle paylaşmaktan mutluluk duyarlardı. Amcam hâlâ en iyi arkadaşımdı!

Oğlu doğduğunda ben de baba olmak üzereydim, benzer heyecanları birlikte yaşadık. Kızı doğduğundaysa yaşı altmışı çoktan geçmişti. Artık emekliydi. Ona göre pop müzik ile gelişen kasetçilik, zaten can çekişmekte olan plakçılığa son darbeyi vurmuştu. Kalitesiz olduklarından kepazelik diye nitelendirdiği kasetleri satmayı baştan reddetmişti. Piyasada tek tük görülmeye başlayan CD’lere de akıl sır erdiremiyor, “iğnesiz pikap dümensiz yelkenli gibi olur” diyordu! Plak dükkânını kapadı, kendisini tamamen küçük ailesine adadı. Artık yaşamında sadece çocukları ve karısı Aynur vardı. Nedense yıllarca görüşemedik…

Geçtiğimiz 29 Ağustos Pazartesi günü, İzi Rozental’e karşı son görevimizi yapmak üzere ailece Aşkenaz Mezarlığı’nda toplandığımızda şimdi otuzlu yaşlarında bir anne olan kızı Lara ve oğlu Aydın ile zaman elverdiğince anı tazeledik. Anladım ki öz çocuklarına da ‘amca’ olmuş…

Güle güle Mösyö Hulot, seni özlüyorum Amcam.

(1) Flash Gordon

(2) Vefat ilanı üzerine yazar Eray Canberk telefon etti. Kendisiyle tanışmayız; üzüntüsünü belirtti ve kardeşiyle birlikte amcamın eski müşterileri olduklarını anlattı. Batı müziğini İstanbullulara sevdirdi ifadesi kelimesi kelimesine olmasa da Sayın Canberk’e aittir.

(3) Nedense o yıllarda 45’lik satın alan müşteriler şarkıyı ezbere bilseler bile mutlaka plağın birazını dinlemek isterlerdi. Hatta aynı plağı satın alacak kişiler bile bazen kendi plaklarını dinletmek için kuyruk olurlardı. Bu bir test ve kalite kontrol işlemiydi sanırım.