Opera Festivali

Genç tiyatroların sayesinde Haziran sonuna kadar uzayan tiyatro mevsimi biter bitmez 2. Uluslararası Opera Festivali başlayıverdi.

Erdoğan MİTRANİ
13 Temmuz 2011 Çarşamba

“Opera sanatını sadece belirli bir kesime hitap eden bir sanat dalı olmaktan çıkarıp, salonların sınırlı seyirci sayısının dışına taşırarak geniş kitlelerle buluşmasını sağlamak” amacıyla geçen yıl başlatılmış olan festivalin bu yılki sloganı “Herkese Opera”. Bu projeyi, “keşke…”ile başlayan bir düşten, somut bir gerçeğe dönüştürenlerin başında gelen, Devlet Opera ve Balesi Başrejisörü, İstanbul Opera Festivali Sanat Yönetmeni Yekta Kara, “Amacımız, her yaştan, her kesimden izleyiciye, İstanbul’un dört bir yanında, özellikle de tarihsel mekânlarında operayı sunmak, sevdirmek, sokaktaki insanın gündelik yaşamına opera sanatını sokabilmek” diyor.  

Kara, “Sanılanın aksine, opera küçük bir azınlığa hitap eden bir sanat dalı değildir; gücünü halktan alır; aksi takdirde tam 400 yıldır var olamaz, kesintisiz gelişimini sürdürüp günümüze ulaşamazdı” diye devam ediyor. Yerden göğe kadar haklı.  Üstelik bu sav, sadece operanın doğup geliştiği batı dünyası için değil, Türkiye için de geçerli. Aida’nın o zaman Osmanlı’ya bağlı olan Mısır Hıdivi tarafından sipariş edilmiş olduğu tarihsel bir gerçek. Bir başka tarihsel gerçek de1846-1877 yılları arasında Verdi operalarının, dünya prömiyerlerinden hemen sonra İstanbul’da sahnelenmiş olması. 

Daha yakın bir zamanda, İstanbul Operası’nın kuruluş yıllarında ise Aydın Gün, operayı her yaz Açıkhava Tiyatrosu (şimdiki adıyla Cemil Topuzlu)’na taşımış, kimi zaman çok beğenilen eserleri Açıkhava için yeniden sahneleyerek, kimi zaman bir sonraki mevsimin yeni prodüksiyonlarını seyirci karşısına yaz mevsiminden çıkararak 5-6.000 kişilik mekânı yıllarca doldurmuştu. 

İzleyici bolluğu, bu yılın tüm temsillerinin ortak paydası. Süreyya Operası’nın salonunu dopdolu görmek başka, ‘Tosca’yı, ‘Mahagonny’yi birkaç bin seyirciyle beraber izlemek başka! Yekta Kara’nın amacına ulaştığının en belirgin göstergesi de izleyici çoğunluğunun genç yaşta oluşu. Bunu iki yıl gibi kısa bir süre içerisinde başarabildiği için her türlü tebriki hak ediyor. Benim ve benim kuşağın opera severlerinden ise, yenilerde aramızdan ayrılan Aydın Gün’ün ruhunu şad ettiği için ayrıca bir teşekkür! 

Henüz çok genç bir festival olsa da, Opera Festivalimiz, ünlü bestecilerin Türkleri konu alan yapıtlarını programına dahil ederek kendi geleneklerini oluşturuyor: Festivalin açılışı her yıl Rossini’nin Maometto Secondo’su ile yapılacak gibi görünüyor. Uluslararası İstanbul Festivali’nin en eski geleneği Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma Operası’nın her yıl Topkapı Sarayı’nda sahnelenmesiydi. Festival bu geleneği, operayı Yıldız Sarayı’na taşıyarak sahiplendi bile. Topkapı Sarayı’nda ise başka bir Mozart operası, Zaide, sanırım her yıl sahnelenecek. 

İstanbul’la beraber Türkiye’nin hemen bütün opera topluluklarının katıldığı festivalde bu yıl da iki yabancı misafir topluluk var. 13 Temmuz’da ünlü Letonyalı mezzo-soprano Elina Garanca’nın gala konseri var.

Geçen yıl festivalin açılışını yapan Rossini’nin Fatih Sultan Mehmet /Maometto Secondo Operası ile ilgili hep kötü eleştiriler duydum. Mehter Takımı’nın katılımının operaya ‘alla turca’ bir tat katacak yerde sadece alaturkalılaştırdığı, okul müsamerelerini arattığı söylendi. En üzücü olanı “ilk yarım saati geçirince, baktık başka çare yok Cüneyt Arkın’ın Dünyayı Kurtaran Adam filmini izler gibi izledik, çok da eğlendik” denilmesiydi. Anlayacağınız ben bu yıl Fatih’ten uzak durmayı yeğledim. Bir iki pozitif izlenim duyarsam belki seneye seyrederim…

2. Uluslararası İstanbul Opera Festivali, benim için 4 Temmuz’da, Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin, Puccini’nin Tosca prodüksiyonu ile başladı. 

Tosca, opera tarihinin en ünlü ve en çok sahnelenen yapıtlarından biri. İstanbul Operası, 19 Mart 1960 tarihinde açılışını Leyla Gencer’in başrolde olduğu Tosca ile yapmıştı. 1942’de ilk başrolünde Tosca’yı söylemiş olan Maria Callas, 1965’de sahnelere yine Tosca ile veda etmişti.

İlk kez 4 Ocak 1900 yılında Roma’da temsil edilen Tosca, 20. yüzyılın ilk operası. Victorien Sardou’nun bir oyunundan alınan konusu belki biraz fazla melodramatik. Ancak, müzikal yapısı ile modern operanın öncülerinden sayılmakta. Müzik, özellikle karakterlerini motiflerle ifade etmesiyle İtalyan operasından çok Wagner’e yakın. ‘Grand’Aria’ların sayısı çok az. Tenora biraz iltimas geçilmiş, iki güzel romansı var: birinci perdedeki  “recondita armonia” ile üçüncü perdede tenor aryalarının belki de en ünlüsü  “e lucevan le stelle”. Bir de Tosca ile son düetine girerken söylediği “arioso”su  “o dolci mano” var.  Tosca’nınsa bir tek aryası var: ikinci perdedeki ünlü “vissi d’arte”. Yapısal olarak Tosca’da aryaların, resitatiflerin, koroların ve diğer müzikal cümlelerin oluşturduğu örgü, operanın başından sonuna kadar kesintisiz bir bütün oluşturuyor.

21. yüzyıl seyircisine Tosca izletebilmek için, karakterlerin en ince ayrıntılarına kadar derinlemesine çözümlendiği son derece yaratıcı bir mizansen gerek. Ankara Devlet Operası bu görevi Vincenzo Travaglini’yevermiş. Travaglini opera yaşamına 1974’de, Menotti, Visconti ve Zeffirelli’nin gönüllü asistanı olarak başlamış; nerdeyse 40 yıldır operanın içinde. Tosca’yı da, neredeyse 40 yıl öncesinin anlayışıyla sahnelemiş. Nihat Kahraman’ın Açıkhava’nın tüm olanaklarını kullanan çok başarılı sahne tasarımıyla işlevsel, görkemli, hiç aksamayan ve bana sorarsanız Andrew Lloyd Webber müzikallerinin dünyanın her yanındaaynı şekilde sahnelenen ‘copyright’lı yorumları kadar ruhsuz!

Allessandro Cerdone yönetimindeki koroya diyecek yok. Solistlere gelince…

Aykut Çınar, güçlü sesiyle partisyonunu sadece okuyor. Oyunculuğunda ne Cavaradossi’nin sanatçı kişiliğini, ne bir dosta yardım etmek için kendi yaşamını tehlikeye atacak idealizmini, ne de Tosca’ya olan sınırsız aşkını bulmak mümkün değil. 18. yüzyılın  ‘bel canto’ şarkıcıları bile sahnede bu kadar donuk değildiler sanırım.

Buna karşın, oyunun ‘kötü adam’ı Baron Scarpia rolünde Eralp Kıyıcı, gecenin en iyisiydi. Hele 1. perde finalinde koronun görkemli  ‘Te Deum’ duasında, koronun sesini bile bastırarak Tosca’yı nasıl elde edeceğini anlattığı sahnede çok etkileyiciydi.

Ünlü soprano Feryal Türkoğlu, sesinin kalitesi, tekniği ve oyunculuğu ile özellikle ikinci perdede olağanüstü bir Tosca olabilirdi. Kostüm tasarımcısı Nursun Ünlü ona çift kat eteği sürekli ayağına dolanan o korkunç kırmızı elbiseyi giydirmeseydi! Sevgilisini kurtarmak için çırpınan, üzüntüsünden çılgına dönmüş bir Tosca’ya hain Scarpia ile savaşmak yetmezmiş gibi, eteğini tutarak kafasını kırmadan bir oraya bir buraya koşuşturma işkencesini reva görmek sadizme girer! Neyse ki Feryal, eteğiyle girişmek zorunda bırakıldığı bu savaştan da galip çıkarak diz çökmeyi başardı ve inadına müthiş bir “vissi d’arte” söyledi. Geçmiş olsun!

Artısıyla, eksisiyle süper klasik bir Tosca izledikten iki gün sonra ‘Mahagonny Kentinin Yükselişi ve Düşüşü’ne gittim. Bu, gelecek yazımın konusu olacak.