Arap isyanı, Türk modeli ve İsrail

Ortadoğu’yu alışageldiği şekli ile duymaz olduk bir süredir.

Marsel RUSSO Perspektif
25 Mayıs 2011 Çarşamba

Bölgede bulunsun bulunmasın, burada politik veya ekonomik çıkarları olsun olmasın, Ortadoğu’nun doğasından olsa gerek, tüm devletler topluluğu Arap aleminde bu yaşananlara ilgi duydu. Ancak elbette ki Türkiye ve İsrail için durum çok daha çarpıcı.

“Bugün 14 Mayıs! Yüzlerce kişi bugün Yaffa’da sokağa döküldü ve Nakba’nın 63 yılında, ellerinde Filistin bayrakları ile İsrail hükümetine karşı seslerini yükselttiler…” Atılan sloganlar arasında en göze çarpanı, Netanyahu kabinesini ‘terör hükümeti’ olarak ilan edeni.

Haaretz gazetesi konu ile ilgili olarak verdiği haberin içinde, Arap Yaffa Organizasyonu Başkanı Gabi Abad’ın söylediklerine yer veriyor. Abad, Arap asıllı bir İsrail vatandaşı ve söyledikleri Filistin halkının özlemlerini dile getiriyor: “Kudüs’ü paylaşmış iki devletli bir çözüm istiyoruz. Geri dönüşün İsrail tarafından kabul edileceği, işgalin sona ereceği, yürütülebilir, adil bir barış istiyoruz.”

Nakba, Türkçe karşılığı ile felâket, İsrail Devleti’nin, 1947 BM Genel Kurulu’nun taksim kararı uyarınca, 14 Mayıs 1948 tarihinde resmen kurulması karşısında, Filistin’de yaşayan Arapların hissettiklerini ortaya koyan bir duygu aslında. Bu duygu o günlerden bu günlere çok değişmedi. Zaman zaman İsrail’in yanlış politikaları ile beslense de, çokça Arap başkentlerinin duyarsızlığı, Arap liderlerinin konuyu iç siyaset malzemesi yapmaları ile bugünlere geldi, hem de hızından pek bir şey yitirmeden.

Prens Faysal’ın 1919 Paris Barış Konferansı’nda kendisini liderleri olarak görmek isteyenlere sırtını dönmesinden bu yana, Filistinli Arapların sorunları, hep yabancı olarak gördükleri Yahudilerle ve İsrail ile ilişkilendirildi. Radyo ve televizyon haberleri, gazete sütunları senelerce İsrail’i saldırgan gösteren yorumlarla dolup taştı. Kimi zaman yanlış fotoğraf kareleri servis edildi, kimi zaman de düzmece haberler üzerine, bunlar doğruyu ifade ediyormuşçasına, yazıldı çizildi. Bunlar kitaplar dolduracak kadar derin bir geçmişi ifade ediyor. Ancak Ortadoğu’daki -  Filistin sorunu denilen - İsrail – Arap çekişmesi ve bunun nereden gelip nerelere gidebileceği konusu bu yazının çerçevesi içinde değil.

Burada irdelemek istediğim 2011 yılının başından bu yana süregelen Arap isyanının, Filistin sorunu paralelinde nasıl algılandığı ve Ortadoğu’daki Türkiye unsuru… Bakılınca görünen o ki, Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren bir dizi anlaşma ile şekillenen sınırların içine sıkıştırılmış Ortadoğu’nun Arap halkı yüz yıla yakın bir zamandır yaşadığı feodal sisteme, biat düzenine, bilgiye ve liyakata prim vermeyen yapıya baş kaldırıyor. Bu anlamda, Muhammed Buazizi’nin Tunus’un kırsalındaki bir pazar yerinde kendisini yakması ile başlayan Arap isyanını iyi değerlendirmek gerek: İsyanın dinamikleri her ne kadar aynı görünse de, Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn ve Suriye örnekleri karşılaştırıldığında ve yaşananlar göz önüne alındığında, detaylarda farklılıklar olduğunu söylemek olası.

Ortadoğu’yu alışageldiği şekli ile duymaz olduk bir süredir. Bu bölgeyi tahminlerin ötesinde kasıp kavuran dalgayı daha önce yaşanmış olanlara benzetmek olası… 19. yüzyılın ortasında Avrupa’da yaşanan halk hareketleri dayanılmaz hale gelen yaşam koşullarına bir başkaldırıydı, örneğin. 20. yüzyılda Berlin Duvarı’nın yıkılması ile maddeleşen ve komünizmin bir nostaljiye indirgenmesine neden olan devrim ise çürümüş sosyal ve siyasi yapıya karşı verilen bir mücadeleydi. Bu çerçevede belki Tunus ve Mısır’da yaşananları Avrupa markalı devrimin bu anlamı ile bağdaşlaştırmak mümkün.

Bir devrimin başarıya ulaşması için birkaç etkenin aynı anda gerçekleşiyor olması lazım. Hükümetin veya direniş gösterilen sistemin gerçekten ülkeye zarar veren bir yapıda olması, ülkeyi yönetenlerin halk ile ilişkilerini koparmış veya onlara ulaşamayacak bir düzeye getirmiş olmaları, sosyo-ekonomik faktörler veya etnisite ile belirlenmiş bir grubun, halkın geri kalanı üzerinde baskı kuruyor olması, devletler topluluğunun bu durumdaki siyasi otoriteye sırtını dönmüş olması ya da kendisini savunmasına sıcak bakmıyor olması gerekir. Bu denli etkenin bir araya gelmesi o denli zordur ki devrimlerin başarılı olması genelde olanaksız gibidir. Bu genelde krallıklarda veya tek partili sistemlerde görünen bir durumdur. Liderin uzun yıllardır halkta yerleşmiş geleneklere, dini motiflere veya milliyetçi söylemlere yönelmesi otokratik rejimin devamı anlamında önemli kozlardır. Ayrıca liderlikle çıkar ilişkisi içinde olan elit zümrenin ve askeri gücün devrim amacı ile mobilize edilmesi de kolay değildir. Başarının, köylü ve kentli nüfusun, öğrencilerin, işçilerin ve değişik toplumsal baskı gruplarının beklentilerinin paralel zemine oturtulması şartı ile de çok ilintili olduğunu görmezden gelmemek gerekir. Tarih, öğrenci, işçi veya köylülerin başarısız devrim girişimleri ile doludur. Bunların romantik skalada kalıp eriyip gitmelerinin en önemli nedeni, çıkar çevrelerinin bir konsensüs oluşturamamış olmasıdır.

DEVRİMLER SADECE BAŞLANGIÇ

Yine de dünyada birçok totaliter / otokratik rejimin devrildiğine şahit olduk. Buna örnek olarak, Sovyet sistemini bir kenara koyacak olursak, 20. yüzyılın ikinci yarısında Meksika’da Diaz, İran’da Şah Pehlevi, Nikaragua’da Somoza, Haiti’de Duvalier, Filipinler’de Markos, Endonezya’da Suharto hanedanlarını saymak mümkün. Şimdilerde ise Suriye’de Beşir Esad, Sudan’da Ömer el-Beşir, Tunus’ta Ben Ali, Mısır’da Mübarek, Libya’da Kaddafi, Yemen’de Ali Abdullah Salih gitti, gidiyor gibiler.

Tunus ve Mısır değişimi sağlamış durumdalar gibi görünüyor. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, Arap alemi içinde ağırlığı olan Mısır’ın yönü henüz sağlıklı ve anlaşılır şekilde çizilmiş değil. Seçimlerin sonbaharda yapılması devrime destek olan birçok çevrenin / grubun hazırlıksız yakalanması demek ki, bu sağlıklı bir duruma işaret etmiyor. Öte yandan, Kahire’nin İsrail ile imzalamış olduğu barış anlaşması konusunda kafa karıştıran bir tutum içinde olması da işleri kolaylaştırmıyor. Bir adım öte, Prof. Jack Goldstone’un1 Foreign Affairs Dergisi’nin son sayısında yer alan makalesinde ifade ettiği gibi, Tunus ve Mısır’da demokrasiye geçişin hemen ve sağlıklı bir şekilde olacağını düşünenler hayal kırıklığına uğrayacaklar: “Devrimler ülkelerde bir şeylerin değişmesi sürecinde ancak bir başlangıç oluştururlar ve siyasi / toplumsal sistemlerin yerleşmesi için zamana gerek vardır.”

Bölgede bulunsun bulunmasın, burada politik veya ekonomik çıkarları olsun olmasın, Ortadoğu’nun doğasından olsa gerek, tüm devletler topluluğu Arap aleminde bu yaşananlara ilgi duydu. Ancak elbette ki Türkiye ve İsrail için durum çok daha çarpıcı.

Türkiye bir yandan özellikle Libya ve Suriye’deki kayıplarının hesabını yapıyor, bir yandan da Arap sokaklarında yakaladığı sempatiyi kaybetmemek için kendisi ile çelişmemeye gayret ediyor. Bölgedeki tek demokratik İslam ülkesi kimliği ile bir yandan da Arap devrimine ilham kaynağı olmak gibi bir misyonu olduğunu düşünüyor, ya da kendisine böyle bir misyonu değer görenlere “hayır” demiyor, diyemiyor.

Alper Dede2 Insight Turkey Dergisi’nde yer alan ‘Arap Ayaklanmaları: Türk Modelinin Tartışılması’ başlıklı yazısında konuyu enine boyuna irdeliyor. Bölgede etkin olan devrimci ve zaman zaman şiddet dolu İslami hareketlere karşılık Türkiye’nin daha sivil ve hoşgörülü bir model geliştirdiğini ve İslam ile olan ilişkisini bu temele dayandırdığını ifade ediyor. Yazısına devamla Dede, “Muhafazakar kalıpları içinde bunun merkeze yakın bir siyasi yapılanmayla beslenmesi Türkiye’nin esnek bir bölgesel güç olarak ortaya çıkmasına sebep olmuştur diyor.” Dede’ye göre, Arap alemi İslam ile olan ilişkisinin radikal boyutunu bırakır da Türkiye’nin ekonomik büyümesine odaklanırsa, Türk modelini adapte edebilir. “Neticede Türkiye Müslüman bir ülke ve ‘muhafazakar Müslüman’ kimliği ile demokrasiyi özümsemiş, ekonomik refahı yakalamış, hak ve özgürlükler anlamında olgunlaşmış…”

ARAP DÜNYASINDA ADA KİMLİĞİ İLE YAŞAYAN İSRAİL

Bir de durumu İsrail tarafından incelemekte fayda var. Arap dünyası içinde her anlamda bir ada kimliği ile 63 yıldır kesintisiz bir var olma savaşı veren, hatta zaman zaman meşruiyetinin tartışılması ile karşı karşıya bırakılan İsrail bu ayaklanmaların neresinde? Çok sesli, demokratik geleneği kuvvetli bir siyasi yapısı olan İsrail’in bu ayaklanmalar ile ilgili iki önemli açmazı olsa gerek.

Birincisi: Otokratik Arap ülkeleri ile statükoyu korumak adına giriştiği anlaşmalar veya sessiz mutabakatların akıbeti konusu, ülkenin güvenliği açısından son derece önemli. Mısır ile olan barış anlamasının Mübarek döneminde kırılgan olduğu biliniyordu. Şimdilerde ise pamuk ipliğine bağlı bir görüntü sergiliyor. Aynı sıkıntıyı doğrudan veya dolaylı olarak temasta olduğu Arap ülkeleri ile de yaşarsa, karşı karşıya olduğu ‘yalnızlaştırılma’ süreci kendisini çok daha ağır bir şekilde hissettirecektir.

Arap halkının kabaca demokratikleşme talebi ile başlattığı sokak hareketlerinin sonucu, demokrasisiz yapamayan İsrail için baş etmesi kolay olmayan bir paradoks gibi geliyor. “Bildiğin kötü bilmediğin iyiden iyidir” gibi bir durum oluşuyor bölgede, ve İsrail, “eski despotik yönetimlere prim veriyormuşçasına” bir tablo çıkıyor…  63 senedir ne yaptığı veya ne yapabileceği kestirilen bu otokratik rejimlerin yerini nelerin alacağını bilememek İsrail için çok rahat bir durum olmasa gerek.

İkincisi: İsyanların Filistin sorununu nasıl etkileyeceği. 15 Mayıs Nakba’yı anma çerçevesinde Suriye, Lübnan ve Gazze sınırlarında yaşanan ihlaller ve İsrail güvenlik güçlerinin verdikleri cevap çok geçmez tepki alacaktır. Nitekim Haaretz’in haberine göre, kendi vatandaşlarına tanklarla saldıran Suriye hükümeti, olaylar sırasında yaşanan ölümleri sert bir dille kınamış durumda… Kendi halklarını sindirme ya da efsunlama süreci içinde İsrail’i dış düşman ilan eden Arap başkentlerinin, Filistin konusunu kaşımaya devam etmeleri olası. El Fetih ile Hamas’ın arasında kıyılan zoraki ancak bir o kadar gerekli nikahın, bu anlamda neler getireceğini de zaman gösterecek.

Bu aşamada, İsrail’in Araplarla olan mücadelesini şiddetle kınayan, bu ülkenin bağımsız sınırlarını korumak adına giriştiği savunma çabalarını devlet terörü olarak yaftalayan mercilerin, Arap sokaklarında – örneğin Suriye’de veya Bahreyn’de veya Libya’da – yaşananları es geçmesi ise ayrıca düşündürücü. Ne İslam Ülkeleri Örgütü, ne de Arap Birliği bu konuda ses vermiyor. Bunun yanında, Libya’da ekonomik çıkarları yerle bir olanların baskılarından Suriye’nin muaf tutulmasını da, ayrıca not etmek gerekiyor. Son tahlilde, Esad’ın yöntemlerinin Kaddafi’ninkilerden çok da farklı olduğunu söylemek olası değil.

1 Prof. Jack Goldstone George Mason Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörüdür. 

2 Doç. Alper Dede, Zirve Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörüdür