Görkemli festival geride kaldı

Bu yıl programdaki 230 filmden 55’ini izledim. Çoğunda büyük keyif aldığım filmler arasında belki olağanüstü bir başyapıt yoktu, ama vasatın altında kalanların sayısı bir elin parmak sayısı kadardı. En iyi fimler arasındaki, Altın Ayı Ödüllü İran filmi “Bir Ayrılık” ve En İyi Yabancı Film Oscar’ı, “Daha İyi Bir Dünyada” ile festival yazılarımıza nokta koyuyoruz

Viktor APALAÇİ
27 Nisan 2011 Çarşamba

“Sinema Gibi 30 Yıl” başlıklı 30. İstanbul Film Festivali zengin ve doyurucu programıyla son yılların en başarılı festivali oldu. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da 150.000 izleyicinin ilgisini çeken festival, görkemli 25. yıl festivalinin başarısını yakaladı.

Programındaki 25 Fransız filmiyle, Beyoğlu’nda bir “Fransız Baharı” yaşatan unutulmaz 25. Yıl Festivali, İstanbul Film Festivali tarihinin en parlak şenliği olmuştu.

Bu yıl programdaki 230 filmden 55’ini izledim. Çoğunda büyük keyif aldığım filmler arasında belki olağanüstü bir başyapıt yoktu, ama vasatın altında kalanların sayısı bir elin parmak sayısı kadardı. Evime beş, işyerime on dakika mesafedeki Nişantaşı Citylife salonlarına, üvey evlat muamelesi yapılmayıp festival programının en kaliteli filmler konulunca, fırsatı iyi değerlendirmiş oldum.

Festivalin bilançosunu çıkaracağım bu son yazımda, her yıl olduğu gibi, kötü filmleri görmezden gelip, yenilik getiren, sinema sanatına katkıda bulunan, özgün filmlerden söz edeceğiz. Bunların başında bu yıl Berlin’den Altın Ayı Ödülü’yle ayrılan İran filmi “Bir Ayrılık” ve yılın En İyi Yabancı Film Oscar’ının galibi Danimarka filmi “Daha İyi Bir Dünyada” var.

TOPLUMSAL GERÇEKÇİLİK BAŞYAPITI

İki yıl önce Berlin Film Festivali’nde “Elly Hakkında” ile En İyi Yönetmen dalında Gümüş Ayı kazanan genç İranlı yönetmen Asghar Farhadi, bu yıl da “Bir Ayrılık” ile Altın Ayı Ödülü’ne uzandı. Günümüz İran toplumundan gerçekçi bir kesit sunan film, toplumun sert bir şekilde yaşadığı sınıfsal ayrışmanın yarattığı öfkeyi, şeriat düzeninin dayattığı kadın-erkek dinamiğiyle şekillenen aile içi ilişkileri şaşırtıcı bir uslupla dile getiriyor. 1972’de Humeyni şehrinde dünyaya gelen Farhadi, boşanmak üzere olan ama çocuklarının velayeti konusunda ikileme düşen bir çiftin öyküsünü anlatan senaryosunda İran’daki aile içi ilişkilere ayna tutuyor.

Nader ile Simin, orta-üst sınıftan gelmenin avantajını kullanıp kızlarına daha iyi bir gelecek verebilmek için yurtdışına gitme hayali kuruyorlar. Ancak Nader’in babasının hastalığı kötüleyince, gitme konusunda sonu ayrılığa varan bir anlaşmazlığa düşüyorlar.

Nader, karısı evi terkedince, babasına bakması için hamile bir genç kadını tutar, ama bu durum daha fazla soruna yol açar, ailenin kurulu düzeni bozulur.

Film, söylenen beyaz yalanların kimin tarafından söylendiğiyle ilgilenmiyor, olayların arkasında yatan insani hakikatle ilgileniyor. Filmin özelliği kahramanlarını yargılamadan anlatmayı başarmasında saklı. Film ahlakçılık yapmaya da soyunmuyor, kahramanlarının davranışlarını insani yönlerini gözlere sermekle yetiniyor.

Namus, sözünde durma, etik değerleri sahiplenme, dürüstlük gibi temalar filmde ustalıkla işleniyor.

Şeriat mahkemelerinin nasıl işlediğini gösteren ilginç sahneleriyle, filmin sahiciliği ile “Bir Ayrılık” özgün ve dürüst bir film.

Filmi izlerken yalan söyleyenlere kızamıyor, sır saklayanları ayıplayamıyorsunuz. Ben kendi hesabıma, filmi İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının klasiklerine benzettim.

“YAĞMURU BİLE ÇALARLAR”

“Gözlerimi de Al”, Cannes Ödüllü “Flores de Otro Mundo” gibi filmlerinden tanıdığımız, 44 yaşındaki İspanyol kadın yönetmeni İciar Bollain’in, Ken Loach filmlerinin senaristi, avukat kökenli Paul Laverty ile işbirliği etmesi, “Yağmuru Bile / Tambien La Lluvia”yı ilginç kılıyor.

Takıntılı idealist yönetmen Sebastian, Amerika denilince akla gelen ilk isim olan Kristof Kolomb hakkında bir film çekmeye kararlıdır, ama bu Hristiyan kahramanın mitini tersine çevirecek, açgözlülüğünü ve vahşi eğilimlerini gösterecektir, Film, Kolomb’un altın saplantısı, kölelik, kızılderililere uygulanan akıl almaz şiddeti dile getirecektir.

İş gücünün en ucuz olduğu Bolivya’ya giden film ekibi, Bolivya yerlilerinin “su” için yaptığı mücadeleye, istemeden de olsa taraf olurlar.

Kristof Kolomb’un zulmüne isyan eden ilk yerliyi oynayan Bolivyalı bir köylü, yerel otoriteyi, “Bunlar yağmuru bile çalıyorlar” diye suçlayıp, isyanın öncüsü oluyor.

Şehrin tüm su kaynaklarının özelleştirilmesi, susuz kalan köylülerin perişanlığı, yüreği olan tüm insanlar gibi, film ekibini de etkiliyor.

Film içinde film gibi başlayan “Yağmur Bile” patlak veren sosyal olaylarla, birden kulvar değiştiriyor, 16 yüzyılda İspanyoların yaşattığı ve yürüttüğü sömürüyle yerlilerin direnişini Latin Amerika’daki mevcut durumla ilişkilendiriyor.

“Su savaşları” ile ilgili ilginç bir belgesel renkli karakterlerin kişisel yolculukları, kısıtlı bütçelerle film çevirmenin zorlukları, incelikli ama zengin yapısıyla öne çıkan bir senaryonun maharetli bir yönetmen tarafından işlenmesi, Luis Tosar ve Gael Garcia Bernard gibi usta oyuncular “Yağmur Bile”yi doyurcu bir film yapıyor.

YOLLARI KESİŞEN HAYATLAR

1960’ta Danimarka’da doğan, Kudüs’teki Bezalel Akademisi’nde sanat ve tasarımı tahsili gören Susanne Bier’in “Daha İyi Bir Dünyada / In A Better World” ile bu yıl En iyi Yabancı Film Oscar’ını kazanması şaşırtıcı değil.

Beş yıl önce “Düğünden Sonra” ile Oscar’a aday gösterilen, senaryo yazarı-yönetmen Bier’in “Açık Kalpler” (Dogma) gibi mükemmel bir filmi de var. Orijinal adı “İntikam” olan bu son filminin kazandığı Oscar, şüphesiz ki hak edilmiş bir ödül.

Aynı okulda okuyan erkek çocukarı vasıtasıyla yolları kesişen, yazgıları değişen iki ailenin öyküsünü anlatan filmi, temposu hiç düşmeyen bir polisiye gibi izledik. İki yeniyetme arasında gelişen sıradışı ama riskli dostluğun filizlenmesinden sonra, Danimarka taşrasında yaşayan, birbirlerini tanımayan iki ailenin kader birliği edişlerine tanık olduk.

Biri melek, diğeri fare suratlı iki ergen oğlan, kaderin ağlarını örmesiyle okulda karşılaşıp, aile yapılarından kaynaklanan dinamiklerin de etkisiyle, birbirlerine kenetleniyor ve haksızlıklara karşı dramatik bir yolculuğa çıkıyorlar. Birinin annesi kanserden ölmüştür, diğerin anne-babası boşanmıştır. Kısa bir süre sonra aralarındaki dostluk tehlikeli bir ittifaka ve nefes nefese bir kovalamacaya dönüşecektir.  Afrika’daki bir mülteci kampında doktorluk yapan aile reisi ile Danimarka’daki bir taşra kasabasında çalışan doktor karısının monoton günlük yaşamları oğullarının okuluna gelen yeni bir öğrenci ile hareketlenecektir.

İyi aile evlatlarının bile içlerinde barındırabileceği kötülük, haksızlıklara karşı direnme içgüdüsü ile öykü bambaşka bir kulvara girecektir. Ahlaki değerlerin tartışmaya açılmasıyla, film Kieslowski yapıtlarını akla getirecektir.  Oya gibi işlenmiş, ince ayrıntılardan oluşan senaryoda Hıristiyan inancının öngürdüğü şekilde şiddete tepki vermeme, alışık olduğumuz maço kültürüne bir provokasyon gibi geliyor.

“Daha iyi Bir Dünyada” biraz da yönetmenin cinsiyetinin etkisiyle yumuşak bir seyirlik olmuş. Kah Kenya’da, kah Danimarka’da gelişen ve su gibi akan yoğun olaylar örgüsü, duygusal sahnelerdeki yönetim ustalığı, şık görüntü çalışmaları, mükemmel bir oyuncu kadrosu ile, film görülmeyi hak ediyor. Bu hafta vizyona giren bu filmi kaçırmayınız.