Arap halklarının isyanı ve demokrasi özlemi…

Demokrasi ateşi tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerini saracak mı? BM’nin Libya’da olduğu gibi askeri güç kullanarak halkın demokrasi yönündeki taleplerine arka çıkması ne derece meşrudur? Bu müdahale bölgedeki diğer Arap ülkelerine bir mesaj niteliği taşıyor mu? Sıkça gündeme gelen ve yanıt bekleyen sorular…

Yakup BAROKAS Köşe Yazısı
30 Mart 2011 Çarşamba

Ortadoğu haritasının hangi ülkeleri içerdiği konusunda bir belirsizlik söz konusu… Türkiye, Tunus, Bahreyn veya Libya bir Ortadoğu ülkesi midir? ‘Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ ülkeleri tanımı daha kapsamlı ancak yine de yetersiz... 

Diğer bir yanılgı da farklı ülkelerde yaşayan tüm Şiilerin bir birlik içindeymiş gibi gösterilmelerinden ve İran’daki yönetimin etkisi altında bulundukları izleniminin uyandırılmasından kaynaklanıyor. Oysa değişik fikirler barındıran Şiilik mezhebine mensup olanlar 1,5 milyar civarındaki İslam âleminin yaklaşık % 10’unu teşkil etmekte ve bunların % 89’u İran, % 60’ı Irak’ta yaşamaktadır. Yemen, Bahreyn, Katar gibi Arap ülkelerinin ise nüfuslarının sadece % 25’i Şii’dir.

Temel belirsizlik ise demokrasi kavramı ile neyin amaçlanmak istendiği ile ilgili… Demokrasi nasıl tanımlanabilir?  Yunanca ‘emos’ (halk) ve ‘kratos’ (iktidar) sözcüklerinden oluşan demokrasi özde halkın iktidarı anlamına geliyor. Ortadoğu’daki rejimleri ve bu ülke halklarının taleplerini antik Yunanistan’daki kalıplar içinde değerlendirmenin günümüz için geçerlilik taşımayacağı besbelli.

Hatta demokrasinin halkın halk tarafından yöneltilmesi şeklinde coşku uyandıran bir tanımın dışında ele alınması gerektiği de açık.  Jean Jacques Rousseau bu gerçeği 18. yy.’da görmüş ve şöyle ifade etmiştir; “Kelimenin tam anlamıyla gerçek demokrasi hiçbir zaman mevcut olmamıştır ve olmayacaktır da. Çoğunluğun yönetmesi ve azınlığın yönetilmesi, doğal düzene aykırıdır.”

Proudhon demokrasiyi; “gizli bir aristokrasi” olarak tanımlarken, Eflatun; demokrasinin despotizme dönüştüğü görüşünü savunmaktadır. Ben ise okul sıralarından anımsadığım kadarı ile demokrasinin mevcut kötü yönetim sistemleri arasından en iyisi olduğunu kabul etmekteyim.

Seçim sisteminin var olması demokrasinin tek ölçütü değildir. Bunu Hitler Almanya’sı ve Filistin’de Hamas’ın seçimleri kazanması örneklerinde gördük. Demokrasi, kişisel özgürlükleri de içeren, düşüncenin suç olmaktan çıkartıldığı, kuvvetler ayrılığı ilkesinin benimsendiği, sivil toplum kuruluşlarının etkin olduğu bir yönetim tarzıdır. Bu yönetim tarzı ülkeden ülkeye farklılıklar göstermekte fakat temelde ‘batı’ değerlerini ön planda tutan bir sistem olarak karşımıza çıkmaktadır.

Mısır’da 30 yıllık bir diktatör görevini yine askeri bir yönetime devrederken bu ülkeye gerçek bir demokrasinin geldiğini savunabilir miyiz? Libya gibi aşiretlerin egemen olduğu bir ülkede Kaddafi sonrasında bile mevcut feodal yapının bertaraf edilmesi mümkün müdür?

Ortada bir gerçek varsa o da Akdeniz’den Körfez ülkelerine kadar, Irak ve Afganistan’da gerçekleştirilmeye çalışıldığı gibi tepeden inme değil, halktan ve özellikle gençlikten kaynaklanan talepler ve halk hareketleri ile bu geniş coğrafyanın tümünde demokrasinin tohumlarının atıldığıdır. Ve bu hareketler er veya geç pek çok şeyi değiştirecektir.

Irak işgali ne denli eleştirilmiş olursa olsun, akan bunca kandan ve sancılı aşamalardan sonra, belli güçler arasında uzun süren pazarlıkların sonucunda dengeler oluşturularak uzlaşmaya varılmış olması, seçimlerin yapılması ve Başbakan Nuri el Maliki tarafından 2010 yılının aralık ayında hükümetin oluşturulması bir başarıdır. Hiç kimse Saddam’ın arkasından gözyaşı dökmemektedir.

Günümüzde, ‘devletlerin iç işlerine karışılamayacağı’ yönündeki uluslararası kural da artık geçerlilik taşımamaktadır. Kaddafi’nin bu yöndeki karşı çıkışı nazarı itibara bile alınmamıştır. BM kararlarında bu kuralın başına son derece önemli bir koşul getirilmiştir: ‘Ağır insan hakları ihlalleri olmadığı sürece devletlerin iç işlerine karışılamaz’.

10-15 bin Boşnak’ın katledildiği Srebrenista katliamı ardından uzun süre Sırp ordularının cinayetlerine seyirci kalan batılı ülkeler nihayet harekete geçmiş ve BM Güvenlik Konseyi kararı doğrultusunda NATO hava saldırıları sonucu Miloseviç iktidarının sonu gelmiştir.

BM kararı ile koalisyon güçlerinin Libya’ya düzenledikleri hava saldırılarını da bu kapsam içinde değerlendirmek gerekir. Bu yeni vizyon, halk ayaklanmalarını baskı ile sindirme girişiminde bulunmayı öngören diğer Arap liderleri için de bir uyarı niteliği taşımaktadır.

Komuta yetkisinin NATO’ya devredilmesini de ABD hâkimiyeti altında tek kutuplu bir dünyadan çok kutuplu bir dünyaya geçiş arzusunun bir belirtisi veya bazı devletlerinin bu konudaki çekincelerinin kaldırılmasına yönelik bir karar olarak yorumlayabiliriz.

Konu demokrasi iken yeni anayasa çalışmaları için ‘Yeni Anayasanın Beş Temel Boyutu Raporu’nu hazırlatıp tartışmaya açan TÜSİAD’ın basındaki sert eleştiriler üzerine savunmaya geçmesine rağmen; “Cumhuriyet hariç Anayasa’da değiştirilemez madde kalmaması” yönündeki açıklamasını hayret ile karşıladığımı belirteyim.

Mehmet Y. Yılmaz’ın 24 Mart tarihli “TÜSİAD’ın kafası bir hayli karışmış!” başlıklı yazısında belirttiği gibi; “TÜSİAD, ‘cumhuriyet değiştirilemez’ dediğine göre ‘yeterli halk çoğunluğu sağlanabilirse’ demokrasiden de, laiklikten de, hukuk devletinden de vazgeçebiliriz gibi bir sonuç çıkıyor.

 Bu görüşü doğrulamak için kanıt ve gerekçelerin çok uzaklarda aranmasına da gerek yok: İşte “Mısır Arap Cumhuriyeti”, işte “İran İslam Cumhuriyeti”…

 Tek tesellimiz TÜSİAD’ın bu projesine kendi adına katılan gazetemiz Yayın Yönetmeni İvo Molinas’ın22 kişilik çalışma grubunda yer almış ve “Kimlikler” başlığı altında hazırladığı sunumda ‘nefret suçlarına’ değinmiş olmasıdır. Bu girişimin, son ara kabul gören ifadesiyle, ‘farklı inanç grupları’ açısından kutlanması gerektiğine inanıyorum.