Rengârenk dünyalar

Eddi ANTER Köşe Yazısı
2 Mart 2011 Çarşamba

Amerika’nın en belirgin özelliği çabuk tüketim toplumu olması… Bunu hemen her gün, her yerde fark etmek mümkün. Yeni bir ihtiyaç yaratıp, ardından o ihtiyacı giderecek malı üreterek ya da satın alarak karşılama yoluna başvurduklarına sık sık rastlıyoruz. Gerek televizyon gerek gazete aracılığıyla ağızdan ağza, çoluktan çocuğa dolaşan bu tip gereksiz ‘ihtiyaçlar’ bir süre sonra alınmazsa olmazlar listesine giriveriyor.

Onda bunda şunda olan sende yoksa, seni eksik ya da yetersiz hissettirmeye hemen başlıyor… Hele bir de fiyatı ucuz olunca epey pahalıya mal oluyor çünkü bir tane almakla yetinemiyor insan… Üçer beşer, yangından mal kaçırır gibi alışverişe dönüşüyor.

Söz konusu çabuk tüketim  ‘street fair’ olunca, geçen ay Boca Raton şehrinde Mizner Park alanında yaklaşık 200 farklı standın bulunduğu bir sokak sergisine gittik. Yiyecek ve içecek satışlarının olduğu yerde, incik, boncuk ve sanat eserleri de görücüye çıkmış alıcılarını bekliyordu. Hemen ardından South Beach Street Fair başladı. Orada da durum farklı değildi. Geçen hafta Coconut Grove Festivali adı altında yine bir sokak fuarına gittikten sonra çocuklar isyan ettiler. “Hepsi birbirine benziyor, sıkıldık” dediler. Sanırım bu ‘street fair’ olayını da böylece birden tüketmiş olduk. Bir dahaki sefer evde kalıp sıkılmayı tercih edecekler sanırım.

Aynı şekilde televizyon programlarını izlerken Grammy, Golden Globe ve American Idol derken Oscarlar’da da farklı bir merak yaşadığımı gözlemledim. Bu kırmızı halı ve üstünde yürüyenlerin teşhir halleri onları bayağı istenir kılıyor. Pek çok seyreden kişi nedense onlara özenip, onlar gibi olmak istiyor. Allah vergisine bir lafım yok ancak hayatlarını bir başkasının hayatı rolüne bürünüp oyunculuk yeteneği adı altında bu işi gören aktör ve artistlerin nesinin sevildiğini henüz anlamış değilim. Şahsen tanımayı bir yana bırakırsak, onların kendileri hakkında hemen hiçbir bulguya sahip değilken, oynadıkları rollerden dolayı onlara bir yakınlık bir sempati duyarken onları sevdiğimizi sanıyoruz. Bu doğrultuda da onları seçiyor, oylarımızı onlara yolluyoruz. İşin aslı rolünü oynadıkları karakteri seviyor, aktörlerinse oyun gücüne hayran oluyoruz.

(Bu arada herkes jüri rolünü üstlenmeyi, oy ve puan vermeyi yarışmacı olmaya tercih eder nedendir acaba? Hele bir düşünün.)

Yüzlerce hatta binlerce umut dolu insanın başvurup elendiği American Idol yarışması, 10 en fazla 15 kişiyle, yoluna devam edecek ve bir tane talihli yarışmayı kazanırken kalanları farklı şekillerde gönülleri fethedecek, insanlar tarafından sevilecek ve oy toplayacak. Tek bir kazananın olacağını bilmelerine rağmen insanlar akın akın umutla katılmak için hünerlerini ortaya döküyor, yırtınıyor!

Bu yarışmaların, kırmızı halı gecelerini, pırıl pırıl parlayan suratlarla, giysi giymiş keresteye ya da süslü yılbaşı ağaçlarına benzeyen insanların da olduğu bu özel vesilelerin insanları imrendirdiği barizdir. Her birini abartarak gösteren televizyonlar neden bu insanların özel hayatlarını, iç dünyalarını aynı anda bu kadar deşifre etmezler acaba? Veya moda, dedikodu mecmularında yer alan ufak tefek haberlerden, alkol veya esrar bağımlısı, psikolojik tedavi göreni, hırsızlıkla suçlananından insanlar niçin bu kadar etkilenmez?

Resmedilen hayatlar rengârenk olduğu için yaşadıkları hayatları da tozpembe görmeyi seçmek insanın kendi tercihidir. Fakat mutlu gözüken bu önemli, meşhur şahsiyetlerin gerçek hayatlarının gösterilenle pek bir alakası olmadığını gençler ilerleyen yaşlarında keşfedecekler. O zamana kadar ne mi yapacaklar? Tüketmeye devam… Yeni bir yıldız, yeni bir isim, yeni bir akım, yeni yepyeni herhangi bir şey, ne olursa olsun. Yeni olsun da…

Shaw’un dediği gibi “gençliğin kıymetini gençler bilmez.” Bırakalım özensinler, bezensinler, bir başkası gibi olmaya çalışsınlar. Hepimiz aynı duraklardan geçmedik mi? Biz hazır olunca maneviyat durağı da bizi karşılıyor olacak. O zaman da elbet gelecek… Kimisine kırkında kimisineyse kılı kırk yardığında…