50’yi 5 geçe

Bu yazı 50 yaşına gelmiş bir erkeğin kısmi hayat muhasebesinden, hayal kırıklıklarından, isyanlarından ama yine de, sevgilisi hayata olan tükenmez bağlılığından bahsediyor olabilir. Lakin 50’den sonra aldığı önemli bir kararı da yazıyor.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
15 Aralık 2010 Çarşamba

7Aralık’ta 50 oldum sevgili sadık okurlarım.

Yarım asırdır yaşadığım bu hayatta ufak bir muhasebe yapmak istiyorum.

O gün soruyorlardı sevdiklerim, “Ne hissediyorsun İvo?’’ Ben de, hiç beklemedikleri bir yanıtla, “berbat  dediğimde “yine Schopenhauer’i okudun” diyenler çoğunluktaydı…

Neden öyle hissediyordum? 50 yaş, şunun şurasında şu kadar daha oksijen alacağım yılların kaldığını hatırlattığından mıydı, yoksa 50 yılda gördüklerim ve yaşadıklarım beynimde karanlıklar mı çizmişti?

Ama durun, her şeye rağmen, tüm adaletsizliklere, şeytanın sürekli galip gelmesine rağmen, iyi’nin kötü’ye hükmedememesine rağmen, Schopenhauer’in, “hayat genelde mutsuzluklar silsilesidir, mutluluk anları istisnaidir” söylemini içselleştirmiş olmama rağmen hayatı, onu terk etmekten korkacak kadar çekici ve kaprisli de olsa,  olağanüstü güzel bir sevgili olarak algılıyorum…

Dindar veya inanan insan için hayatta karşılaştığımız sıkıntılar, dertler ve zorluklar hep Tanrı’nın bizi sınamasıyla ilgili gerçekler olarak bizle beraberler. Lakin neden kendimizi kendimiz sınamıyoruz ki? Neden hayatın anlamını ve hedefini anlamaya çalışmıyoruz?

Hayat bize, ‘a priori’ olarak kendisini öncelikle bir vazife, –‘de gagner sa vie’-hayatını kazanmanın bir ödevi olarak sunuyor. Eğer bu yerine getirilirse, kazanılmış bir yüke dönüşüyor ve ikinci vazife, hayatın boşluğunu veya can sıkıntısını uzaklaştırmak için bir şeyler daha yapma ödevini içeriyor, tıpkı bir av hayvanı gibi. Güvenli bir yolda olduğunu hissederken, yeni tehlikeleri düşünüyor.

Yoksa en iyisi, hayatın kazanıldığına inandıktan sonra onu unutmak, yükten kendini kurtarmak ve kendine dönmek midir?

***

50 yaşımın çok uzağındayken hep John Lennon’un ‘hayal’ini düşünmüştüm. Savaşsız bir dünya, üstümüzde cennetin, altımızda cehennemin, hatta dinlerin bile olmadığı bir dünya düşlemiştim, tıpkı Lennon’un o ünlü bestesinde olduğu gibi. Sınırların, ülkelerin yer almadığı bir evren hayal etmiştim körpe, dokunulmamış ruhumla. Ama olamayacağını da çok geç olmadan öğrendim. Öğrendim ve bu ‘sınırları’ yaratan, benden olmayan insanın zaferine boyun eğdim, teslim olmadan.

İnsanoğlunun sürekli olarak güç ve kudret peşinde sürüklenen –evet sürüklenen-bir yaratılış kimyasına sahip olduğunu anladım. Kim bilir belki bu da sınav’ın bir başkaaracısıdır. Kudret peşinde koşan insanoğlunun bu yoldaki engellerle nasıl baş etmesi ile ilgili soru-cevaplarla döşeli mayınlarda yatmaktadır bu sınav.

Lakin bu sınavı başarıyla geçtiğini sananlar nasıl da bir yanılsama içindeler!  “Güç yolculuğu” öteki’yi yok saymakla, öteki’yi ezmekle, sömürmekle mümkün kılıyor hedefe ulaşmayı. O zaman öteki’nin olmadığı bir nihai zafer, zafer midir?...

Zafer yolunda ruhunu şeytana satan Faust’lara odaklandım uzun yıllardır. O kadar çoklar ki etrafımda, hatta farkında olmaksızın sizin de etrafınızda! Hepsinden nefret ediyorum, hepsinin canı cehenneme diyorum! Zira bir insanın hayattaki en büyük ihanetinin ruhunu ödünç de olsa kötü’ye teslim etmesi olarak görüyorum. Böylesi bir ihanet çemberinin içinde kendimi aldatılmışlığın yok edici ikliminde ayrıksı bir ot gibi görüyorum. Bazen sürüye katılmam gerektiğini, böylelikle bu gaddar sıkıntıdan ancak yeni bir ihanetle kurtulabileceğimi düşünmüyor değilim. Lakin benliğim izin vermiyor Faust’laşmaya. İnsanın kendiyle savaşı belki de savaşların en namuslusu, belki de en temizi…

Evet, karanlık bir çağdayız. Gece gibi. Gecenin en karanlık anında görülmesi gereken umut ışığını henüz göremiyoruz. Yarasalardan korkarak tan vaktini bekleyen güçsüz kuşlar gibiyiz.

Üstelik hepimizde maskeler var. Hiç birimiz kendimiz olamıyoruz. Olması gereken ben’i oynuyoruz. Maskelerin altındakini tanıyana kadar kaybediyoruz tüm savaşları…

“Küçük hesaplarla kabaran büyük hesaplar / Ve değişmez çığlığı insanoğlunun: Ben, ben ben! / Sen yok musun? Onlar yok mu? Biz yok muyuz? / Nereye bu gidiş? Delicesine pupa yelken” diye haykırmıştı Ümit Yaşar Oğuzcan, ‘50 Yaş’ şiirinde.

Duyan var mı?

Ama 50’yi beş geçe yeryüzünde umut ışığını görmek ve yaymak için kolları sıvamak lazım.

Umutsuzluğun sürmemesi için aptal ve uyuşmuş doğamızı terk edip derindeki savaş için harekete geçmeliyiz.

Ne demişti Roger Waters?

Don’t give in without a fight!”

Savaşmadan teslim olmak yok!

En azından, 50’den sonra…