Ay ışığını seyretmek

Rafael ALGRANATİ Köşe Yazısı
24 Kasım 2010 Çarşamba

İslam âleminin en kutsal bayramlarından biri olan Kurban Bayramını geride bıraktık. Müslüman kardeşlerimizin geçmiş bayramını kutluyor, dualarının kabul görmesini ve sevdikleri ile birlikte nice sağlıklı, mutlu bayramlar geçirmelerini diliyoruz.

Birkaç gün sonra Yahudilerin ‘Hanuka’ yani Işıklar Bayramı var. Bu bayram, II. Mabedin putperestlerden kurtarılışını ve tekrar Tanrı’ya adanmasını simgeler. Efsaneye göre Makabilerin Tapınak’taki Ebedi Işığı (Menora) tekrar yakabilmeleri için ancak sekiz günde hazırlanabilen özel bir zeytinyağına ihtiyaçları vardı. Ellerindeki kutsiyeti bozulmamış tek kap yağ ise Menora’nın ancak bir gün yanmasına yetebilirdi. Bir mucize eseri o tek kap yağ, yenisi hazırlanıncaya kadar tam sekiz gün boyunca yanmaya devam etti. Bu mucizenin anısına Yahudiler, her yılın 25 Kislev’inden başlayarak, sekiz gece boyunca evlerinde ‘Hanuka’ mumlarını her gece bir mum arttırarak yakarlar. Mucize sekiz gün boyunca tekrar yaşatılarak evler Işık’la doldurulur. Yakılan bu şamdanların sokaktan görülebilen pencere kenarlarına koyularak Ebedi Işığın tüm dünya insanlarını aydınlatmasını umut etmek halen sürdürülen bir gelenektir.

Birkaç yıldır bayram arifeleri eskiden olduğu kadar duygu yüklü ve anlamlı gelmiyor bana nedense... Bir boşluk, bir eksiklik var... Eskiden günlerce önceden notlar alarak, kimleri ziyaret edeceğimi, kimlere telefon edeceğimi planlayıp gerçekleştirmek için zamanla yarışırken, birkaç yıldır arifeler çok sakin. Tebrik kartları ile başlayan ve teknoloji ilerledikçe onlarca kişiye birkaç saniyede gönderilebilen SMS ve e-posta mesajları, zamana sığdıramadığımız bu keyifli insani görevi sessizce elimizden alıverdi. Geriye dönmek için ne kadar çabalarsak çabalayalım başaramıyor, teknolojinin kolaylığına teslim oluveriyoruz.

Ben İzmir’in Karataş semtinde doğdum ve büyüdüm. İki buçuk katlı, asma balkonlu, küçücük bahçesinde şeftali, erik ve limon ağaçları olan evimiz, ünlü Karataş Kahvehanesi’nin (Cafe de Labri) karşısındaki sokağın sonlarındaydı. Sokağımızın başından sonuna kadar sağlı sollu sıralanan iki katlı şirin evlerde oturan herkesle bir dostluğumuz, sevgi ve saygıya dayalı bir komşuluk ilişkimiz vardı. Herkese selam vermek, yolda durup sohbet etmek, birbirimizin sorunları ile ilgilenmek, iyi veya kötü günleri paylaşmak, yapılması gereken bir görev değil, içtenlikle yapılan doğal davranışlardı. Demir sokak kapılarının cam kanatları hep açık dururdu. Biz çocukların samimi olduklarımızın evine kapıdaki tokmağı bir kere tıklattıktan sonra elimizi camdan içeri sokup kilidi açarak ya da tahta kapıların dıştan açılmasını sağlayan ucu halkalı teli çekerek girmeleri sakıncalı bir hareket değildi. Annem hangi komşumuzun hangi yemeğimizi veya tatlımızı sevdiğini bilir, her pişirdiğinde onlara da gönderirdi. Gönderilen tabak veya kap, birkaç gün sonra bu kez komşunun pişirdiği bir başka tadımlıkla geri dönerdi. Akşamüstü olunca anneler örgüleri ile kapı önlerinde otururlar, içi kalaylı bakır cezvelerde pişen kahvelerini içip sohbet ederek babaların işten dönüşünü beklerlerdi.

Bir başkaydı bayramlarımız... Kimlerin bayramı olduğu pek fark etmezdi. Bayramlar hepimizin bayramlarıydı... Yahudi bayramlarında babamın elini tutup dost akrabayı ziyaret ettiğimiz gibi, Müslüman bayramlarında ailece komşularımızı ziyarete giderdik. Onlar da bizim bayramlarımızda bizlere gelir, gerçek değerini bugün daha iyi anlayabildiğim komşuluğu, kardeşliği, insanlığı dolu dolu yaşardık.

Peki, arada neler oldu? Nerede hata yaptık?

Sekiz katlı, duvar gibi yan yana sıralanmış apartmanlarla dolu sokağımızda kimlerin oturduğunu hiç bilmiyorum... Hiçbirini tanımıyorum!

Artık bayram arifelerinde uzun telefon listeleri ile boğuşmuyorum. Eyvallah birader, yurt dışındayım! Bayramdan istifade şööle bi hava almaya çıktık... Döndüğümde görüşsek?

Kutu kutu çikolatalar, tatlılar, baklavalar, badem ezmeleri göndermiyorum! Ah ne gerek vardı be kardeşim... Bunların hepsi kalori... kalori!

El öpmeler çağ dışı kaldı! Yok, daha neler? Üstüme iyilik sağlık!

Kapımız şeker isteyen çocuklar tarafından çalınmıyor artık… Yakışıklı abim.. Yaradanına gurban oliim bi fırtlık versene... 

Telefon etmeden, çat kapı gidilmiyor artık eş dost ziyaretlerine... Aaaay inan çok üzüldüm canoşum... Biz de şimdi kapıdan çıkıyorduk; teyzemlerin elini öpmeye...

Bayramlar bayramlıktan çıkıp, on günlük tatiller için hafta sonlarına köprü oldular! Okullar tatil... Fabrikalar tatil... Meclis tatil... Eh oluversin o kadarcık!

Ne zaman, nasıl geldik buralara? Dibe vurmak dedikleri bu mu acaba?

Ama biz yine de Heraklit değil Demokrit olalım... Bilmem bilir misiniz bu iki Yunan filozofunu... Gülen filozof Demokrit Yunanlıların yetiştirdiği ender doğa bilginlerinden biriydi. İnsanların hayvansal atalarından gelişerek yükseldiğini ve altın çağın henüz gelecekte olduğuna inanıyor ve torunlarının torunları için yaşanacak çok güzel günler olduğunu düşünüyor, bu yüzden de hep gülüyordu. İyimser olmak için hep sebepleri vardı. Ağlayan filozof Heraklit ise altın çağı çok gerilerde kalan geçmişte görüyordu. Her geçen günle ondan daha fazla uzaklaşıldığına inanıyordu. O bir karamsardı! Çünkü onun insanlara öğretebileceği bütün bilgeliklerin onları daha iyi yapamayacağına ve mutluluğa kavuşturamayacağına inanıyordu. Bu yüzden bütün bilgeliklerini öyle bir dille ifade etti ki ona ‘karanlık’ adı verildi. Bugüne kadar da kimse onu anlayamadı! 

Hintli yazar Santha Rama Rau, diplomat babasının görevi nedeni ile Japonya’da yaşadığı yıllarda ‘dibe vurduklarına’ inanan ve buna çözüm arayan bir topluluğun faaliyetlerini şöyle anlatır:

Japonya’da ‘ay ışığını seyretme toplantısı’ diye bir toplantı vardır. Sizi ona davet ederler, fakat orada hiç konuşulmaz. Güzel ve keyifli bir ortamda oturur, ayın doğmasını seyreder ve bundan zevk almayı öğrenirsiniz.

Kışın ilk yağan karını seyretmek ve kutlamak için toplantılar yaparlar. Karın birden çevreyi nasıl değiştirdiğinin, bütün çizgileri nasıl yumuşattığının, ışıkla gölge arasındaki farkları nasıl ortadan kaldırdığının zevkini tadarlar.

Japonlar güzel bir yaz gecesi kırlara dinlemeye giderler. Evet dinlemeye! Neyi biliyor musunuz?  Böceklerin müziğini... Ve orada saatlerce sessiz kalırlar.

Bir gün kibar hanımların bir mangalın etrafında oturdukları bir toplantıya çağırmışlardı. Mangal yanarken içine değişik odun parçacıkları atıyorlar, biraz yanıncaya kadar içinde bırakıp sonra da duman çıkaran bu odun parçacıklarını herkes koklasın diye özel bir tepsi içinde sırayla gezdiriyorlardı. İnsanlar orada şeftali, kiraz, çam, pelesenk ve daha başka odunların müzik notaları gibi birbirinden ayrı koku nüansları olabileceğinin farkına varabiliyorlardı.

İlginç! Dipten kurtulmalarına yardımcı oldu mu bilemem ama onların yaptığı gibi Demokrit iyimserliği ile her çözüm yolunu en azından denemek, çözümü çözümsüzlüğe teslim etmekten daha akılcı olsa gerek!

Ebedi Işığın dünya insanlarının kardeşliğine vesile olması dileğiyle...