Ölüleri gömün

Irwin Shaw, savaşta ölen ve gömülmeyi reddeden altı ölü askerin gerçek ile gerçeküstü arasında gidip gelen, kara mizah dozu da yüksek öyküsünde savaşa ve militarizme karşı müthiş sert bir protesto kaleme almış

Erdoğan MİTRANİ
3 Kasım 2010 Çarşamba

1913-1984 yılları arasında yaşayan Irwin Shaw’ı benim kuşağım Genç Aslanlar/Young Lions ve Bir Başka Kentte 2 Hafta/Two weeks in Another Town gibi çok satan romanların, sayısız film senaryosunun ve bir zamanlar Türk izleyicisini Aşk-ı Memnu’dan bile daha fazla televizyon karşısına oturtmuş olan ‘Zengin ve Yoksul’ dizisinin yazarı olarak bilir. Oyunun tanıtım kitapçığından, 25 dile çevrilen ve on milyonlarca satan bestseller romanlarını yazmadan, çoğunlukla savaş konularına değinen altı da oyun yazmış olduğunu öğreniyoruz.

Çağcıl tiyatronun belki de en güçlü savaş karşıtı eleştirilerinden biri olan Ölüleri Gömün, ilk oyunu; 1936 yılında henüz 25 yaşında iken yazmış. Hans Chlumberg adlı Avusturyalı yazarın kaleme aldığı Miracle at Verdun/ Verdün Mucizesi oyunundan esinlenmiş. Ancak Chlumberg oyununda savaşta ölmüş askerlerin 20 yıl sonra dirilip mezarlarından çıkmasını anlatırken Shaw, savaşta ölen ve gömülmeyi reddeden altı ölü askerin gerçek ile gerçeküstü arasında gidip gelen, kara mizah dozu da yüksek öyküsünde savaşa ve militarizme karşı müthiş sert bir protesto kaleme almış.

Siyasetçiler ve aktif olarak cephede savaşmayarak sadece savaşları yönetecek olan yüksek rütbeli askerler, boylarından büyük laflar ederek vatanı, demokrasiyi, inançları, dünyayı ve hatta insanlığı kurtarmak ya da şer eksenlerini yok etmek için kolaylıkla savaş ilân ediverirler. Ve de insanlığı kurtarmakuğruna, her iki tarafta da insanlar ölür. Daha yaşamlarının başında olan, hayallerinin hiç birini yerine getiremeyecek olan, gelecek ile ilgili umutlarını yitirecek olan, yaratıcılık kapasitelerini öğrenmeye bile artık vakitleri olmayan, kadınını tekrar kollarına alamayacak ya da hiçbir zaman bir kadını kucaklayamayacak olan o gencecik insancıklar… Haklı savaş var mıdır? Ölünmeye değer dava var mıdır? Kendi seçimi olarak değil, bir savaşın piyonu olarak ölmek insanın kaderi olabilir mi? Ve de insan hayatından daha önemli ne olabilir?

İşte bunları ve benzeri pek çok soruyu, Irwin Shaw, ölümcül bir karabasanı andıran oyununda dile getiriyor. Hem de 1. Dünya Savaşı ve 30’lardaki ekonomik bunalım sonrası “bir daha asla hiçbir şey için savaşmayacağız” diyen, henüz bir sonraki savaşın ayak seslerinin duyulmadığı bir Amerika’da.  

Ölüleri Gömün, neredeyse üç çeyrek yüzyılın ardından bile gerçekliğini ve (ne yazıktır ki) güncelliğini hiç yitirmeyen, insan hayatının değerini olağanüstü bir savunmayla ortaya koyan usta işi bir oyun. Oyunun bu son derece modern yapısında, çağının ötesinde bir oyun yazmış olan Shaw’ın metninde sıkı bir dramatürji çalışması yapmış olan Selen Korad Birkiye’nin de payı var.

Dünyanın herhangi bir yerinde bir savaş alanı. Dolanan sekiz on asker. Solda dört beş ölü asker. Bir iki tane daha getirilir. Anlaşılan bir çeşit cenaze mangası. Görevleri ölüleri gömmek… İşlerini aceleyle yapıyorlar… Ne de olsa çürüme başlamış… Altı ölü asker gömülmeyi reddederek mezarlarından kalkıyorlar… O kadar çok yaşanmamışlıkları var ki… Tek istedikleri ölü bile olsalar hayatta kalmak, ne olursa olsun yaşamayı seçmek… Toplumdaki tüm kurumlar, ordu, hükümet, politikacılar, iş adamları, din adamları, medya ve hatta sıradan insanlar bu son derece insani davranışı bir isyan, bir başkaldırı olarak kabul edecektir…

Shaw, vatanseverlik, kutsal aile ve din gibi mazeretlerin arkasındaki ekonomik çıkarlara, toprak ve iktidar pazarlıklarına mercek tutabilmek için, kimi düşünceleri ve toplumsal katmanları temsil eden kişileri şematik birer tip olarak yazmış, sadece cesetleri ve onların en yakınlarını temsil eden kadınları derinlikli birer karakter olarak çizmiş. Bu da toplum/birey karşıtlığının altını iyice çizerek, oyunun mesajını daha da etkileyici kılıyor.

Oyunu İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürü ve Bölge Sanat Yönetmeni Şakir Gürzumar yönetiyor. Gürzumar, 1979 Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü mezunu. Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sanatçı, Ankara Devlet Konservatuarı’nda eğitmen, Adana Devlet Tiyatrosu’na Sanat Yönetmeni ve müdür olarak çalışmış, 1986 yılında devlet tiyatrosu tarafından ihtisas için, Londra’ya gönderilmiş. National Theatre, Royal Shakespeare Company ve The British Theatre Association’da oyunculuk, reji, hareket, sahne tekniği tasarımı ve ışıklandırılması gibi konularda kendini geliştirmiş ve çalışmalarını bir süre yine Londra’da sürdürmüş. 1989 yılında ise Ankara Devlet Tiyatrosu’na sanat yönetmeni ve müdür olarak atanmış. Emekli olduğu devlet tiyatrolarına 2007’de tekrar yönetmen olarak dönmüş ve 2009’da da Osman Wöber’den İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü ve Sanat Yönetmenliği görevini devralmış.

Gürzumar, birçok gibi özel tiyatroda da oyunlar sahnelemiş önemli ve bol ödüllü bir yönetmen. Sahneye koyduğu çok sayıda oyundan ‘Küçük Prens’, ‘Töre’, ‘Hayvan Çiftliği’, ‘Atları da Vururlar’, ‘Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’ ilk aklıma gelenler.

Peki, Gürzumar elindeki metnin hakkını vermiş mi? Hem de nasıl! Daha salona girerken, siyah bir koridordan, ışıkları karartılmış karanlık bir mekâna geçiyor veee… kendimizi gerçek bir savaş alanında buluyoruz. Behlül Dane Tor’un olağanüstü dekoru, ödüllü ışık uzmanı Yakup Çartık’ın ışık çalışması, yüksek volümlü sesler, müzik ve ateşli silahların bir tiyatro sahnesinde ilk kez bu kadar işlevsel kullanımının yarattığı gerçekçilik duygusu, öykünün fantastik boyutu ile müthiş bir karşıtlık yaratıyor. Ölülerin dirilme sahnesi, üst düzey askeri kadronun ve de kilisenin sahnenin en yüksek noktalarına konuşlandırılması, savaşın acımasızlığı ile alay edercesine sakin ve huzurlu parıldayan yıldızlar çok etkileyici. Hele finale doğru gelen ‘alleluya’ sahnesi benim ‘unutulmaz’larımın arasına girdi bile.

Gürzumar da sofitosundan yanlarına sahnenin tamamını izleyicilere açmış ama hem gerektiğinde mikrofon kullanımı hem de oyuncuların seslerinin kontrolü ile işitsel bir sorunu önleyebilmiş. Bir buçuk saate yakın süresi olan oyunun soluk soluğa izlenmesini dört dörtlük bir takım oyunculuğu da destekliyor. Kırk kişilik kadronun topluluk oyunculuğuna diyecek yok ama altı kadın ve de özellikle altı ölü asker çok başarılı.

Peki, hiç mi kusuru yok diyeceksiniz. Var. Özellikle yaşlı kuşak oyuncuları bazen yapay ve teatral bir ‘devlet tiyatrosu oyunculuğu’na kaçabiliyor. “Allahtan bu kusur gençlerde hiç kalmamış” derken editörü oynayan oyuncu, her lafını o kadar abartılı el kol hareketleri ile desteklemeye çalışıyor ki, insanın “oğlum eline koluna sahip ol” diye bağırası geliyor.

Bir de gönül isterdi ki, ölülerle kadınlarının konuşması peş peşe değil de iç içe, paralel bir kurguyla verilebilsin.

Ama bütün bunlar devede kulak. Mutlaka izlenmesi gereken, yılın en iyi (süper) prodüksyonlarından biri. Kaçırmayın. Hepinize iyi seyirler.