Kısa ama lezzetli bir şölen

Atlas, Beyoğlu ve GMall salonlarında yapılan FİLMEKİMİ'ni izleyebilmek için bir hafta boyunca Beyoğlu ile Dolmabahçe arasında adeta mekik dokuduk. Dünya festivallerinde sivrilen, kendisinden bahsettiren filmler arasında hoş sürprizler olduğu gibi, derin düş kırıklıkları da vardı. Fransa'dan gelen "İnsanlar ve Tanrılar" sadece FİLMEKİMİ'nin değil, belki de yılın en iyi filmi.

Viktor APALAÇİ
20 Ekim 2010 Çarşamba

En büyük düş kırıklığını yaratn film, Sofia Coppola'nın Altın Aslan Ödüllü "Başka Bir Yrerde"si idi

Atlas, Beyoğlu ve GMall salonlarında yapılan FİLMEKİMİ’ni izleyebilmek için bir hafta boyunca Beyoğlu ve Dolmabahçe arasında adeta mekik dokuduk.

Gösterilen 31 filmin on biri son Cannes Film Festivali’nde ödül kazanmış, yarışmış, sesini duyurmuş filmlerdi. FİLMEKİMİ bilançosuna bu filmlerle başlıyoruz.

CANNES’DAN TİTİZ BİR SEÇKİ

Son Cannes Film Festivali’nin uluslararası yarışma bölümünde yer alan sekiz film FİLMEKİMİ’nde gösterildi. Bunların dördü en önemli ödülleri paylaşmış, diğerleri Cannes’dan eli boş dönmüştü.

Cannes’da jüri başkanı Tim Burton’un, “güzel, tuhaf bir rüya gibi” diyerek övdüğü ve Altın Palmiye’ye layık gördüğü “Amcam Önceki Hayatlarını Anlatıyor” festivalin 63 yıllık tarihine, “en sıkıcı Altın Palmiye Ödüllü filmi” olarak geçecek.

Tayland’tan gelme, reenkarnasyondan söz eden, hayaletli rüya aleminde gezinen bu fantastik film, böbrek yetmezliğinden ölmek üzere olan bir adamın son günlerini anlatıyor. Ölmüş yakınlarıyla sohbetleri sayesinde öbür dünya hakkındaki sorularına yanıt arayan adam FİLMEKİMİ izleyicilerini de bunalttı. Muhtelif seanslarda filmi izleyen tanıdıklarından öğrendiğime göre, sabırlarıyla ünlü festival müdavimlerinin yarısı, her seansta filmin ortasında projeksiyonu terketmiş.

Cannes’da haksızlığa uğrayıp, ikincilik ödülü olan ‘Büyük Ödül’e kaydırılan, Fransız yönetmen Xavier Beauvois’nın “İnsanlar ve Tanrılar”ı, sadece FİLMEKİMİ’nin değil, belki de yılın en iyi filmi. İnanç ve fanatizm hakkındaki bu ağırbaşlı başyapıt, gerçek olaylardan esinlenerek, 1990’larda Mağrip’teki bir manastırda, Müslüman köylülerle huzur içinde yaşamlarını sürdüren sekiz Fransız keşişin (sonu felaketle biten) öyküsünü anlatıyor.

İnsanlığa hizmet etmeye kendilerini adayan keşişlerin teröristler tarafından kaçırılmasını, Fransız hükümetinin teröristleri yerel halkın gözünden düşürmek için taviz vermeyip, keşişlerin öldürülmesine tepkisiz kalmalarını ibretle izledik.

Cannes’da Mathieu Amalric’e En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandıran “Turne”, New York’lu bürlesk striptizcilerin Fransa taşrasında yaptıkları turneyi anlatıyor. Karısını, çocuklarını, arkadaşlarını, pişmanlıklarını geride bırakarak, meslek değiştirip hayata tutunmaya çalışan bir TV yapımcısını canlandıran M. Amalric, samimi ve insancıl tutumuyla prim kazanıyor.

Cannes’da Juliette Binoche’a En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazandıran “Aslı Gibidir”, İran Yeni Dalga akımının önde gelen yönetmenlerinden Abbas Kiorastami’nin imzasını taşıyor. Toskana bölgesinde geçen konusuyla film, dünyanın herhangi bir köşesinde geçebilecek bir karı-koca ilişkisine, evrensel açıdan yaklaşıyor.

Cannes’da olduğu gibi FİLMEKİMİ’nde de en derin düş kırıklığı yaratan film İngliz usta Ken Loach’ın “Tehlikeli Yolu”ydu. Loach demirbaş senaristi Paul Laverty ile, iki eski İngliz askerin Irak’ta yaşanan uluslararası skandalları araştırırken, hiç bu kadar sıkıcı olmamıştı.

“Sosyalizm”i izledikten sonra, birilerinin Jean-luc Godard’a senaryolarını kitap olarak yayınlamasını, artık sinemayı bırakma vaktinin geldiğini söylemesi gerektiğini düşündüm.

Aynı şeyi, eski tüfeklerden Bertrand Tavernier için söylemiyeceğim. 17. yüzyılda Katoliklerle Protestanlar arasında süregiden din savaşını anlatan “Montpensier Prensesi” (2,5 saatlik süresine rağmen) zevkle izlendi.

Cannes’da yarışan Macar filmi “Duyarlı Evlat”ı hatırlamak bile istemiyorum. Kabus gibi bir filmdi.

Cannes’ın kapanış filmi, Julie Bertucelli’nin “Ağaç”ı, başroldeki Charlotte Gainsbourg’un iyi oyunculuğuna rağmen, durgun ve sıkıcı bir filmdi.

Cannes’da 5,5 saatlik versiyonu, izlediğim Olivier Assayas’ın ırmak filmi “Carlos”u, ne yazık ki FİLMEKİMİ  sinefilleri ancak 165 dakikasını izleyebildiler. Film, çağdaş zaman efsanesi, Venezüella’lı terörist Çakal Carlos üzerine olağanüstü bir belgesel.

HOŞ SÜRPRİZLER

Festivallerin cazibesi gün ışığına çıkmamış yeni filmler arasında kaliteli olanları keşfetmektir. FİLMEKİMİ bu fırsatları cömertçe sundu.

Amerikan Bağımsız Sineması’ndan gelen sürprizlere alışık festival izleyicileri “Anneme Dokunma / Cyrus” gibi bir mini başyapıtı izlerken şaşırmadılar. Mark ve Jay Duplass kardeşler, kimi zaman kapkara, kimi zaman dokunaklı bir komedide, karısından yeni boşanmış, neredeyse hayat boyu kaybeden bir adamın mutluluk arayışını anlatıyor. Bu rolde John C. Reilly, tanıştığı seksi kadında Manisa Tomei ve problemli oğlunda Johan Hill harikalar yaratıyorlar.

Avusturya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir insan avından kaçış öyküsünü anlatan, Benjamin Heisenberg’in “Hırsız”ı, mükemmel maratoncu, aynı zamanda profesyonel bir banka hırsızının gerçek hayattan alınma hayatını anlatıyor. Nefes nefese izlenen “Hırsız” gerçek bir sinema şöleniydi.

İzlandalı yönetmen Baltasar Kormakur’un ülkesi dışında çevirdiği ilk film olan “Nefes Nefese”, Los Angeles ve Meksika’da geçen konusuyla, uluslararası organ mafyasının iç yüzününü anlatıyor. Her iki ciğerinin birden değiştirilmesi gereken kızını kurtarmak için Meksika’da organ mafyasından medet uman bir savcının yürek burkan öyküsü.

Bin bir surat, Oscarlı aktör Philip Seymour Hoffman’un ilk yönetmenlik denemesi “Jack’ın Kayık Gezintisi”, tiyatro oyunundan alınan bir romantik komedi-dram. New York’ta aşkı ve kendilerini arayan iki çiftin ihanet ve dostlukla örülü öyküsü yüreklere hitap ediyor.

Stieg Larsson’un Millenium dizisinden uyarlanan “Ejderha Dövmeli Kız”ın devamı olan “Ateşle Oynayan Kız”, asosyal, saldırgan, gizemli, dövmeli hacker Lisbeth’in durdurak bilmeyen maceralarına odaklı. İlki kadar olmasa da, devam filmi çok sürükleyici.

DÜŞ KIRIKLIKLARI

Festivallerde sinema ziyafetleri kollayanlar, keçi boynuzu tadındaki filmlere katlanmak zorunda kalmaya alışıktırlar. FİLMEKİMİ’nin en çok merak edilen filmi, geçtiğimiz günlerde Venedik’te Altın Aslan kazanan, Sofia Coppola’nın “Başka Bir Yerde”siydi.

Coppola’nın çocukluk anılarından esinlendiği filmin ikinci bir “Lost in Translation” bekleyenler fena halde düş kırıklığına uğradılar. Kendini boşlukta hisseden çok ünlü bir Hollywood starının günlük yaşantısını anlatan filmi, yan karakterlerin eksikliği, bilinen şeylerin tekrarlanması, özgün olamaması yüzünden sıkıntı içinde izledim.

Efsane Alman yönetmen Werner Herzog’un yine Amerika’da çevirdiği “Benim Güzel Oğlum, Ne Yaptın Sen?” adlı acayip polisiye filme ancak 1 saat dayanabildim. Ortasından çıktığım tek FİLMEKİMİ filmi. Danimarkalı prestijli yönetmen Christoffer Boe, bir senarist-yönetmenin bunalımlarını anlattığı, gürültülü filmi “Her Şey Güzel Olacak”ta izleyicisini bunaltıyor.

Meksika’nın ünlü on yönetmeninin, Meksika devreminin 100. yılı için yaptıkları “Devrim” hiçbir parıltısı olmayan sıkıcı sönük bir çalışma.