Yumruk şiddetinde bir melodram

Meksikalı İnarritu’nun dört yıllık bir aradan sonra yaptığı ‘Biutiful’ kariyerinin en kederli, en kasvetli, en rahatsızlık veren filmi. Sağlam sosyolojik gözlemler içeren film, yarattığı sahici karakterlerle, sunduğu gerçekçi hayat kesitleriyle, çağımız üzerine bir çığlık atıyor.

Viktor APALAÇİ
9 Şubat 2011 Çarşamba

Kanser olduğunu öğrenen, çevirdiği karanlık işlerin pişmanlığını duyan, ölüme yaklaşınca bilgeleşen bir adamın ölüme hazırlanışını, ölüm kokan bir masal atmosferi içinde izliyoruz. Kendisi için yazılan bu rolde Javier Bardem, kendisine altın tepsi ile sunulan cömert ikramı geri çevirmedi, Cannes’da En İyi Aktör seçildi, Oscar’a aday gösterildi.

Adı “acılar anlatan yönetmen”e çıkan Meksikalı Alejandro Gonzales İnarritu, “Babel”in ardından 4 yıllık bir suskunluk döneminden sonra yaptığı ‘Biutiful’ kariyerinin en kederli, en kasvetli filmi.

2000 yılındaki ilk filmi, “Paramparça Aşklar, Köpekler / Amores Perros”tan bu yana, kader birliği yaptığı Guilermo Arriaga’nın yazdığı senaryolardan yola çıkan Inarritu ‘Biutiful’ ile ilk kez kendi yazdığı senaryonun filmini yapıyor.

Artık sıkmaya başlayan, birbirlerine göbekten bağlı, farklı öykücüklerden oluşan bir yapıdan vazgeçtiğini müjdeleyen ‘Biutiful’, bugüne dek izlediğimiz en acıklı, en karanlık, en iç karartıcı, en hüzünlü İnarritu filmi.

Tanınmamış iki genç yazar ile yönetmenin yazdığı, sağlam sosyolojik gözlemler içeren senaryo, yarattığı sahici karakterlerle, sunduğu gerçekçi hayat kesitleriyle, çağımız üzerine bir çığlık atıyor.

Film, hayatta bir baltaya sap olamamış, her türlü kaçak ve yasak işe bulaşmış, iki çocuğu ile karısından ayrı yaşayan Uxbal’ın (Javier Bardem) öyküsünü anlatıyor. Çocuklarının nafakasını alkolik eski karısının kira parasını vermek için ayaküstü yasadışı işler çeviren Uxbal Barselona’nın göçmenleri ile iyi ilişkiler içindedir.

Yozlaşmış polis teşkilatı ve göçmen mafyası arasında arabuluculuk yapan Uxbal, Çinli ve Senegalli göçmenlerden komisyon almakta, medyumluktan kazandığı paralarla yakınları ölen cahil insanların acılarını sömürmektedir.

BARSELONA’NIN VAROŞLARINDA

Inarritu, yeni yüzyılın trajedisi olan sığınmacılık, göçmen sorununu başrollerden birine oturtup filmini 20 yaşındayken Franko rejiminden kaçıp Meksika’ya göç eden babası Hector Gonzales İnarritu’ya adadı.

Göçmenlik, sefalet, suçluluk duygusu gibi temaların etrafında dönen film toplumsal gerçekçilik sınavından tam not alırken, seyircinin kalbine seslenen, izlerken boğazınızın düğümlenmesine yol açan tonu ile öne çıkıyor.

Baba olmanın sorumluluğu, yoksulluk, yoksunluk, kefaret, sevgi, pişmanlık, bağışlayacılık, ölümlülük gibi temalardan beslenen ‘Biutiful’un senaryosunda 3 filme yetecek malzeme var.

Üçüncü dünyayı sömüren Batı ülkelerin iki yüzlülüğünü, eleştiren, yoksulluğun dibe vurduğu bu depresif film suratımıza tokat şiddetiyle çarpıyor.

Ağır biçimde hasta olduğunu öğrenen, çevirdiği karanlık işlerin pişmanlığını duyan, ölüme yaklaşınca bilgileşen Uxbal’ın ölüme hazırlanışını, ölüm kokan rahatsızlık veren hüzünlü bir masal atmosferi içinde izliyoruz.

Inarritu günümüzün en büyük sorunlarından biri olan yoksulluk üzerine önemli şeyler söylerken, göçmen sorununa mesafeli yaklaşıp, “bu konuda elimde sihirli formül yok” diyor.

Javier Bardem kendisi için yazılan bir rolde, kendisine altın tepsi içinde sunulan cömert ikramı geri çevirmedi. Ölümün eşiğindeki çaresiz aile reisi Uxbal’ın son günlerini anlatan müthiş performansıyla Javier Bardem, son Cannes Film Festivali’nde En iyi Aktör Ödülü’nü İtalyan Elieo Germano ile paylaştı.

Bardem, Coen Kardeşler’in ‘İhtiyarlara Yer Yok’uyla kazandığı Oscar heykelciliğine bir kardeş getirip getirmeyeceğini 27 Şubat gecesi ödül töreninde öğreneceğiz.

Çocuklarını sevdiği halde iyi bir eş ve anne olmayı beceremeyen, sorumsuz, sadakatsiz Marambra rolünde, ağlamış çocuk yüzlü, ufak tefek Marricel Alvarez harikalar yaratıyor.

“21 Gram” gibi bir başyapıtıyla kıyaslanamazsa da İnarritu’nun ‘Biutiful’u izlenmeyi hak eden bir melodram.

BARSELONA’NIN KİRLİ YÜZÜ

Biutiful’un konusu Barselona’da geçiyor. Ama bu Barselona turistik filmlerde görmeye alışık olduğumuz, içlerinde ‘La Sagrada Familia’nın da bulunduğu Gaudi’nin başyapıtlarından sevdiğimiz Barselona değil.

W. Allen’in “Vicky, Christina, Barcelona”sındaki, Amodovar’ın ‘Annem Hakkındaki Herşey’indeki, Antonioni’nin “Professione: Reperter”ındaki veya Cedric Klapsisch’in ‘İspanyol Pansiyonu’ndaki Barselona da değil. “Biutiful”daki Barselona turistik parıltısından uzak, pislik, yoksulluk, çaresizlik ve kanunsuzluğun kol gezdiği, kenar mahalleleri ve ara sokaklarıyla, sefil bir Barselona.

Katalunya’nın başkenti ve muhteşem kalesinde, zor koşullarda yaşama savaşı veren göçmen işçilerinin, Ramblas’ta polislerin kovalayıp dövdüğü küçük insanların, sarı benizli Çinlilerin, Afrikalı gariban göçmenlerin ekmek parası peşinde koştuğu, karanlık ve kasvetli bir Barselona’yı izlemek insanın içini acıtıyor.

Santa Coloma’da gerçek mekanlarda çekilen, toplumsal sorunların sorgulayan filmde her şey (evler, atölyeler, figüranlar) gerçek.

İnsanlık onurunun ayaklar altına alındığı, ucuz işçi gücüyle üretilen malların satılmalarını sağlamak için polise rüşvet verildiği, hastalığın, yoksulluğun, sefaletin, çirkinliğin kol gezdiği bir ortamda, insanların ayakta kalma mücadelesini izliyoruz. İlişkilerin ustura üzerine yürüdüğü, sefaletin cirit attığı bu ortam izleyicinin yüreğine bir yumruk gibi oturuyor.

İnarritu’nun yarattığı en etkileyici, en ayrıntılı ve en komple insan portresi olan Uxbal, fahişe eskisi karısı, alkolik Marambra, zavallı çocukları bu kasvetli ve hüzünlü ortamın bir parçasıdır.

Uxbal’ın illegal işlerindeki esin kaynağı ağabeyi Tito’dur. Kardeşinin eski karısıyla seks hayatı yaşayan, gece kulüplerinde esrar içen, ahlaki değerleri yok sayan, nefes alır gibi yalan söyleyen Tito, oportünizmin ve fırsatçılığın timsalidir.

Avrupa’da en çok sevdiğim şehirlerin başında gelen Barselona’nın, yoksulluk ve trajediyle örülü dünyasıyla, “kirli yüzüyle” ‘Biutiful’de tanışmak benim için ilginç bir deneyim oldu.