2011'e doğru

2010’dan 2011’e doğru hızla yuvarlanırken birçok uluslararası sorunun arasında başı çekmeyi kimseye kaptırmayan Arap – İsrail sorunu ‘nakli yekün’ yapmaya hazırlanıyor. Girift karakteri ile gitgide içinden çıkılamaz hale gelen problemin temelini her ne kadar toprak anlaşmazlığı oluşturuyorsa da, bugün gelinen noktada olayın sosyal, siyasi, kültürel ve ekonomik yönleri yadsınamaz bir ağırlığa sahip.

Marsel RUSSO Perspektif
22 Aralık 2010 Çarşamba

Time Dergisi’nin 20 Aralık sayısındaki incelemede İsrailliler ile ilgili olarak kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta genç bir Filistinli “Bizler normal İsraillileri görmediğimiz gibi, onları askerlerin uyguladığı şiddet ekseninde tanıyoruz…” şeklinde bir saptamada bulunuyor. 1967 yılından bu yana geçen 43 sene boyunca İsrail, Ramallah çevresi başta olmak üzere Batı Şeria’daki askeri varlığını kesintisiz devam ettiriyor. Bunun en önemli nedeni bölgedeki yerleşimcilerin güvenliğini sağlamak. Burada görev yapan askerler, doğal olarak, genç Filistinliler için, “İsrail’in ne olduğuna hükmetmeleri” noktasında örnek teşkil ediyorlar. Bir süre önce terörist saldırıları önlemek için inşa edilen güvenlik çemberinin devreye girmesi ile zaten birbirine pamuk ipliği ile bağlı hayatlar, daha da yabancılaşmış. Tahmin edildiği gibi, intihar saldırıları veya taciz atışları barikatın (ki bu bazılarına göre bir utanç duvarı…) devreye girmesi ile neredeyse sıfırlanmış. Buna karşılık İsrail’i duvarın arkasından gören, onu hiç tanımayan bir nesil serpilmeye başladı. İsrailli için Filistinli eskisinden daha az önem taşımaya başlarken, Filistinli için İsrailli travmatik bir imgeden öteye gidemez olmuş.

İşte bu atmosfer içinde Ortadoğu barış görüşmelerinin tarafları 2011 yılını hedefe ulaşılması gereken tarih olarak belirlemiş durumdalar. Kendinden öncekiler gibi, Başkan Obama da Arap – İsrail barışını siyasi başarılarının olmazsa olmazları arasına almış durumda. Eylül 2010’da yapılan görüşmeler esnasında İsrail ve Filistin Özerk Yönetimi’nin de konuyla ilgili olumlu mesaj verdiği biliniyor. Mısır lideri Hüsnü Mübarek’e göre “Konuşmaların bir veya iki ay uzaması sıkıntı yaratmayacaktır. 2011’in sonunda gelecek müjdeli haber dünyayı mutluluğa boğacaktır…”

Konunun senelerdir verdiği sıkıntı ve acıyı yeniden dile getirmekte yarar yok. Bölgedeki Amerikan etkisinin hissedilir şekilde azaldığı bir gerçek. Özellikle Irak’tan çekilmenin Obama kriterleri çerçevesinde gerçekleşmesinden sonra, bu durum daha da belirgin olacak sanki. İran’ın İsrail sınırlarındaki dolaylı etkisi ise gün geçtikçe artıyor. Kuzeyde neredeyse siyaseten Lübnan’ı yutmuş Hizbullah’ın aşırı silahlanması gözlerden belki kaçmıyor ancak diller henüz bu konuda görüş bildirmiş değil. Güneyde, Gazze’de, Hamas’ın gücü belki Dökme Kurşun ile bir miktar dizginlenmiş görünüyor ama görüntü kimseyi aldatmamalı.

İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad içerideki sosyal ve ekonomik sıkıntıları dize getirmenin yolunu bir yanda İsrail karşıtı ağır söyleme oturturken, öte yanda ülkesini nükleer bir maceranın içine çekiyor. Nükleer alanda silahlanma süreci İran’ın, artık gizliden gizliye devam ettirmekten çekinmeyeceği bir aşamaya geldi. Tahran, tepkilere pek de kulak asmayacağını alenen belirtmekten geri kalmayacağı bir noktaya ulaştı. İsrail, neticede bir kıskaca girmiş gibi… Gerçi bu kendi tarihinde bir ilk değil. Zaten ülkenin karakteri haline gelen güvenlik gereğinin temeli de bu kıskaç durumunun, özgür devlet haline geldiği ilk günden bu yana neredeyse kesintisiz var olması.

Öte yandan Filistin Özerk Yönetimi olarak batı dünyası tarafından ‘Filistin Devleti’nin çekirdeği olarak tanınan Mahmud Abbas ve Başbakan Selim Fayad’ın siyaseten çok güçlü olmadıkları gerçeği, barış görüşmeleri sürecinde ne derece etkin olabilecekleri sorusunu akıllara getiriyor. Abbas’ın başını çektiği El-Fetih ile Gazze’de iktidarı elinde tutan ve Batı Şeria’da da güçlü olduğu bilinen Hamas arasındaki sıkıntılı – hatta kanlı demek abartılı olmaz– ilişkiler ise bilinmezlerin başında geliyor. Batı dünyası tarafından terör örgütü olarak kabul edilen, Arap ve İslam ülkeleri arasında ise, barış görüşmelerine katılması gerektiği yönünde desteklenen Hamas’ın konu hakkındaki olumsuz ve sert davranışı ile söylemi, bölgedeki duruma son şeklinin verilmesi aşamasında belirleyici olmaya aday.

Öte yandan İsrail ile barış anlaşması imzalamış olan Mısır ve Ürdün’ün durumu var ki, bunu tanımlamak çok kolay değil. Başbakan Begin ile Başkan Sedat’ın Camp David’de tarihi İsrail – Mısır barış anlaşmasını imzalamalarından sonra ilişkilerin ne derecede normalleştiği düşünülmesi gereken bir konudur. Kral Hüseyin ile yapılan anlaşma için de aynı kanıya varmak zor değil. Her iki anlaşmayı da ‘ateşkesin hallicesi’ şeklinde sıfatlandırmak abartılı olmaz. Ticaretin serpilmediği, kültürel alışverişin neredeyse olmadığı, turizm git gellerinin, ilk dönemde tek taraflı, şimdilerde ise solmuş bir çiçek kıvamında olduğu sınırdaşlar arasında, barışın tesis edilmiş olması, ancak savaş durumunun olmaması şeklinde tercüme edilebilir. Bu anlamda, Mübarek sonrası Mısır’ın rotası Müslüman Kardeşler eksenine kayarsa, Camp David’den geriye ne kalır acaba?

Her durumda hem Başkan Obama hem de Dışişleri Bakanı Clinton, Amerika’yı barış görüşmelerinin başarısına angaje etmiş durumdalar. Hatta ondan öte, buna kişisel yatırım yaptıklarını dahi söylemek mümkün. Mısır ve Ürdün’den öte İran ile bölgede güç yarışına giren Suudi Arabistan ile onun körfezdeki müttefikleri de Amerikan girişiminin yanında yer aldıklarını beyan ediyorlar. Unutulmamalı ki, bu yönetimlerin İran’a karşı duydukları hislerin İsrail’inkilerden pek farkı yok. Nükleer İran’ın önüne geçmesi için Amerika’nın eline bakıyorlar, bir yerde. Barış görüşmelerinde El Fetih’in elini güçlendirmek adına Mahmud Abbas’a destek vaat ediyorlar… Zaten son seneler Hamas’tan da çok hoşlanmadıklarını gösterdi.

Öte yandan İsrail Başbakanı Netanyahu da kendisinden önce gelenler gibi barışa bir şans vermek gerektiği konusunda yumuşamış gibi. Gerçi koalisyonun devamı adına yerleşimlerin inşası konusunda çok açık bir siyaset izlediğini söylemek kolay değil, ama tıpkı Ariel Şaron ve Ehud Olmert gibi o da bölgedeki barışın getireceği avantajlı biliyor.

Burada bir parantez açıp olası barışın, tarafların halletmeleri gereken sorunlardan yalnızca biri olduğunun altını çizmekte fayda var. Ekonomik gelişme, refahın dağılması, sağlıktan eğitime birçok sorun barış sonrası Filistin yönetimini bekliyor. İsrail ise 1,2 milyona ulaşan Arap nüfusu ne yapacağının adını koyma sürecinde bulacak kendisini. Ben Gurion’un 1948’te Tel Aviv Müzesi’nde ilan ettiği adı İsrail olacak bir Yahudi Devleti idi. Gelinen noktada İsrail, Yahudi devleti karakteri ile mi yola devam edecek, yoksa olaylar onu değişik sahillere mi çekecek? İşte bu tartışma, birçok siyasi iktidarın başını yiyecek, toplumda fikirsel kutuplaşmalara neden olabilecek cinsten…

Ve Türkiye… The Economist Dergisi’nin ‘2011’de Dünya’ başlıklı özel sayısı Türkiye’nin 2011 yılı yol haritasını çizerken ilginç saptamalarda bulunuyor. John Peet imzalı yazının başlığı zaten konu ile ilgili bir ipucu veriyor: “Doğuya eğilirken Türkiye, yine de batıya bakmalı.” Yazıya göre uzun seneler boyunca Avrupa’nın yörüngesinde bulunan Türkiye yeni dış politikası ile 2011’de de önemli bir rol oynayacak. Bunun en önemli nedeni öncelikle 2010 yılında Avrupa’nın en gelişen ekonomisi olması… Ancak bu Avrupa Topluluğu’na giden yolu açık tutmaya yetecek bir unsur değil. Zaten kamuoyu da, siyasetçiler de konuya olan ilgilerini kaybetmiş gibi görünüyorlar.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun şekillendirdiği ‘komşularla sıfır sorun politikası’ ise başarılı mı değil mi tartışmasını hak edecek durumda. Nedeni ne olursa olsun Kıbrıs konusunda bir ilerleme sağlanamamış olunması, Ermenistan ile imzalanan protokolün sessizce rafa kaldırılması, sorunların ertelenmesi diye yorumlanabilir mi, bilemiyorum. Olumsuzluklara rağmen Türkiye bölgesel bir güç olmayı arzu ediyor ve bunun için kendini en kolay anlatabileceği sularda yüzüyor. İslam Konferansı’nda önemli bir rol oynarken, Arap Ülkeleri Birliği’nde hariçten de olsa, etkisini arttırıyor. Bu arada İran’ın batıdaki sözcülüğünü de yapmayı ihmal etmiyor.

Peet yazısının sonuç bölümünde tüm bu gelişmelere rağmen Türkiye’nin Avrupa’dan başka alternatifi olmadığını iddia ediyor. “Suriye ve Irak pazarları ile yürütülen görece pahalı ticaret, İsrail üzerinden Arap sokaklarında aslanlaşma, Rusya ile büyük enerji oyunlarına girişme, yakında solup gidecek. Avrupa, şu durumda dahi Türkiye’nin dış ticaretinin yarısını ifade ediyor. Türkiye’yi liberalleştirecek ve modernleştirecek birinin demokratik batıya bakması, otokratik düzene sahip Ortadoğu ülkelerine yönelmesinden daha doğrudur…”

 

Time – 20.12.2010 sayısı

The Economist – 2011’da Dünya (Özel Sayı)