Duvarları kim yıkacak?

İnsanların yarattığı duvarlardan sıkıldım. O kadar kalın ve yüksekteler ki artık hava alınamıyor. İnsanlar birbirlerini ‘göremez’ hale gelmiş. Sevgi kalmamış, aşk bitmiş. Herkes sadece inanmak istediğine inanır hale gelmiş. “Hey sen dışardaki, beni hissediyor musun?” Bu şarkıyı 35 yıldır söyledik, hâlâ söylüyoruz.!

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
14 Temmuz 2010 Çarşamba

Gazetenin üçüncü sayfasında ancak iki sütun, yirmi santimlik bir haber değeri vardı o kedersiz gencin. 17 yaşındayken, 20 Ağustos 2008’de Antalya’da yaşadığı trafik katliamından sonra geçmişi karanlığa gömülmüştü. Genç çocuk kazadan sonra ne birşey hatırlıyor, ne de konuşuyordu. Bilinci tamamen kapalı hâlâ. Ona çarpan ortada yok, ailesi de ilginç bir şekilde kayıp! Anlaşılır gibi değil olanlar. Ve o genç, gizemli kimliğiyle bambaşka bir boyutta dünyaya yeniden gelip tuhaf bir şekilde hayata tutunuyor ona bakan gönüllü bir “anne” sayesinde.

Böylesi bir vaka, normal şartlarda hepimizi derinden yaralamış olması gerekmiyor mu?

Anlaşılan, yüksek ve kalın duvarlar örüp öte tarafa “bakma”yı çoktan unuttuk…

Bu kez bir dergi eki var elimde. Görkemli bir kapak mizanpajının üstünde koca koca puntolarla, “Terör Devleti: İsrail” yazıyor. Dergi Türkiye’nin önde gelen yayın kuruluşlarından birine ait ve ancak marjinal yayınların atabileceği bir başlık koymaktan hiç çekinmiyor. Yüz kez dedik, iki yüz kez de diyeceğiz. Bu dünyada kimse masum değil; İsrail de hiç masum değil. Ancak kurulduğundan beri onu yok etmeye ant içmiş etrafındakilere karşı savaş yürütürken masumiyetini yitirmesini sadece siyah – beyaz renk paletinden görmek tarafsız ve “çağdaş” yayın grubuna yakışıyor mu? Peki nerede “devlet terörü” işleyen diğer devletler? Neden sadece İsrail?

Yoksa beyinlerdeki yüksek duvarlar mı suçlu?

* * *

Artık etrafta, sağda, solda bulunan duvarlardan iyice sıkıldım, bunaldım. Herkesin, kendi yıkılmaz duvarlarından yaşama göz atmaları öteki ile ilişkiyi iyice geriyor, onarılmaz yaralar açıyor. Kimse kimseyi dinlemez hale geldi. Herkes inanmak istediğine inanmaya başlıyor. Zira önlerinde kocaman kocaman duran duvarlardan öte taraf görülmüyor!

Sıkılıyorum. Pink Floyd’un ve 35 yıllık ölümsüz “The Wall” albümündeki o muhteşem duvar şarkısı, “Hey you”ya kulak veriyorum!

“Hey you, out there in the cold / getting lonely / getting old / Can you feel me? / Hey you, out there on the road / Always doing what you are told / Can you help me?”

“Hey soğukta  dışarda duran / Yalnız kalan / Üşüyen / Hey sen / Beni hissedebiliyor musun? / Hey dışarda yoldaki, hey sen / Her zaman sana söyleneni yerine getiren / Hey sen / Bana yardım edebilecek misin?”

Roger Waters duvarın ötesinde bulunanları duvarı yıkmaya çağırmıştı o yıllarda. Anlaşılan başarı gelmemiş. Aksine duvarlar her geçen sure daha kalın ve daha yüksek örülmüş!..

Duvarlar yıkılmadığı sürece ne ilişki olacak, ne sevgi kalacak. ‘Aşk’ dediğimiz ise duvarların kalınlığı arasında sıkışıp kalacak, bir müddet sonra…

* * *

Belki de yaşamla ilgili sorgulamayı ıskalamak lâzım. Duvarların hiçbir zaman yıkılmayacak doğal engeller olduğunu kafaya kazımak lâzım. Belki de “doğru” olan ‘aslolan mutlu hayattır’ demek. Belki de bedeli olmayan en ‘doğru’ hayat basit olanıdır, ‘mutlu’ kılanıdır hep sahip olmaya odaklı insanı…

Hep yarım kalmışlık ve ıskalanmışlık duygusuyla uyanıp yine ve yeniden bizi bekleyen sorumluluklarımızı yerine getirmek için çırpınırcasına fırlayalım yatağımızdan her sabah. Ne bir çiçeğin kokusunu duyumsamayı hatırlayalım, ne de balıkların salınımlarını izlemeyi düşleyelim. Zira hayat ödün vermeksizin bizi bekliyor dışarda. Pek vaktimiz yok!

Nietzsche’nin, “Amor Fati”sine - “Kaderini Sev” yaslanalım son sığınak olarak. Kaderimizin bize yaşattıkları ile yüzleşip onlardan almamız gereken derslerle ilerlemeyi tek çare olarak görelim. Şartsız kabulden öte, yüzleşerek sevelim kaderimizi. Ne nostaljiye, ne umutlara, ne de ideallere takılıp kalalım. Zira, “tek gerçek olan yaşadığımız anlardır” diyelim.

Ve belki de hayatı boyunca duvarlarla mücadele etmiş Louis Aragon’a kulak verelim.

Bir şairin, sevdiği kadını yitirmesinden sonra yazabileceği en görkemli mısralara bakalım, oksijen alma adına, kahrolası duvarlarımız arasında.

“Il advint qu’un beau soir, l’univers se brisa / Sur des récifs que les naufrageurs enflammèrent / Moi je voyais briller au – dessus de la mer / Les yeux d’Elsa les yeux d’Elsa les yeux d’Elsa...”

“Bu akşam paramparça oldu evren ansızın / Korsanların ateşe verdiği kayalıkta / Baktım deniz üstünde ışık ışıl yanmakta / Elsa’nın gözleri, o gözleri Elsa’nın…”

“Elsa’nın Gözleri” – Çev.: Hüseyin Demirhan