Lâfı ortaya koyuyorum

Avrupa Yakası dizisinde, Dilber Hala iğneleyici sözler söyledikten sonra şöyle derdi: “Ben lâfı ortaya korum, beğenen alır gider, beğenmeyen bırakır kaçar”. Benimki de o hesap. Lâfı ortaya koyuyorum; takdir okurundur.

Estreya Seval VALİ Köşe Yazısı
29 Eylül 2010 Çarşamba

Avrupa Yakası dizisinde, Dilber Hala iğneleyici sözler söyledikten sonra şöyle derdi: “Ben lâfı ortaya korum, beğenen alır gider, beğenmeyen bırakır kaçar”. Benimki de o hesap. Lâfı ortaya koyuyorum; takdir okurundur.

Türk Yahudi toplumunun tarih boyunca başına gelenler, kişileri hiçbir şekilde özel kılmaz. Yahudilerin yüzde doksan dokuzu talihsiz olaylara takılıp kalmaz, unutmayı ve unutmuş gibi yapmayı tercih eder çünkü gelecek nesillerin mutsuz ve umutsuz büyümesini istemez.

Bu durum kendi ailem için de farklı değildir. Ancak ailenin belleği olmayı istemsizce seçmiş olmamdan ötürü geçmişi öyle bir kurcalayıp sorguladım ki, 1800’lü yılların sonlarına kadar uzanabildim ve ortaya, trajik olayların şekillendirdiği şu öykü çıktı.

Hem anne, hem baba tarafından Hasköylüyüm. Babamın annesinin babası Hayim Yanni, bir tür müteahhitmiş. Satın aldığı arsalara ahşap evler inşa eder ve kiralarmış. İnşaatların tahta doğramalarını ise annemin babasının babası, dülger olan Moiz Kohen yaparmış. Annemle babamın karşılaşması, bir elli yıl kadar sonra, öykümün ikinci neslini oluşturan babaları sayesinde, Kuledibi’nde gerçekleşmiş.

Babaannem, isimlerimden birini miras aldığım Estreya, Asseo ailesinin, koltuğunun altında kitaplarla peşinde dolaşan oğlu Lazar’a âşık olmuş. Nişanlamışlar. Hayim Yanni müstakbel damadına drahoma olarak bir ev ya da yüz altın teklif etmiş. Ticarete kafası basmayan temkinli Lazar, ev istemiş. Derken Birinci Dünya Savaşı patlamış ve Lazar, tam altı yıl boyunca Sirkeci Garı’nda sevkıyattan sorumlu askerî birlikte, vatanî görevde bulunmuş. Bu arada kader ağlarını örmeye devam ediyormuş tabii. Kader bu, hiç boş durur mu? Hasköy’ün ünlü yangınlarından bir yenisi, 1918 yılında Hayim Efendi’nin bütün ahşap evlerini silip süpürmüş. O hengâmede altınlar da kaybolmuş tabii. Arsaların para ettiği bir dönem değil savaş yılları ve hatta Cumhuriyet yılları. Lazar, savaştan dönünce sevdiği Estreya ile her şeye rağmen evlenmiş. İkisinin de aklından özür talep etmek gelmemiş. Kimden mi? Lazar, sevdiğine kavuşmasını altı yıl boyunca engelleyen savaştan, Estreya ise hayatı boyunca fobisi haline gelecek olan yangından özür talep edebilirdi örneğin; etmemişler...

Lazar Asseo’nun babası Yako, çok esmermiş. Meraklıymış da. İran Şahı 1934 yılında Atatürk’ü ziyarete geldiğinde, bir şeyler görebilirim umuduyla Dolmabahçe Sarayı’nın kapısındaki kalabalığın arasına karışmış. Esmer oluşu kuşku uyandırmış ve emniyet güçleri tarafından tutuklanmış. O sırada başına her ne geldiyse, birkaç gün sonra gerçek anlaşılıp da salıverildiğinde, belden aşağısı artık tutmuyormuş. Senelerce yatalak olarak yaşamış ve ölmüş. Asseo ailesi herhangi bir özür talep etmemiş olmalı ki, öyle bir özür gelmemiş.

Lazar’ın kardeşi Salvator başarılı bir askermiş. Malûm, Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye, Almanlarla müttefikti. Salvator, Alman bir generalin yaveriymiş. Generalin unuttuğu bir evrakı almak için karargâha geri döndükten sonra yine cepheye giderken, bir uçağın attığı bomba, generalin hayatına mâl olmuş. Salvator’un atı korkudan gemi azıya almış ve gece boyunca koşmuş. Salvator kendini Romanya’da bulmuş ve sığındığı evin kızına âşık olduğundan, evlenip orada kalmış. Kulağa abartı gibi geliyor ama değilmiş, iyice soruşturdum. Zamanla ahşap işleyen bir fabrikanın sahibi olmuş ancak Komünistler gelince, kendi fabrikasında işçi konumuna düşmüş. Kahrından kansere yakalanmış, kanser ilaçlarının parasını ödeyemeyeceğini anlayınca da hayatına son vermiş. Komünistlerden özür talep edebilirdi mesela, etmemiş.

Salvator’un tek evlâdı Jacqueline savaşta evlerini işgal eden subaylardan biri ile evlenmeye mecbur kalmış. Güç belâ boşandıktan sonra bile, boş ev bulunamadığı için aynı evi paylaşmak zorundaymışlar. Ülkeden çıkmasına nihayet izin verilince, İsrail’e göç etmiş. Epey bocaladıktan sonra, yine Romanya’dan gelen bir adama âşık olmuş. Tam evlenecek ve mutluluğu tadacakken, çok sevdiği köpeğinin neden olduğu bir karaciğer tümörü yüzünden hayatını kaybetmiş. Köpeğine serzenişte bulunmuş tabii. Fransızca konuşurmuş ve“Tu m’as fait ça Titou? A moi?” (Bana bunu mu yaptın? Bana?) demiş ama eminim köpek özür dilememiştir.

Gelelim Kohenler’e. Lâkapları “dès de Campavias” imiş ve “de Balukbazar” diye adlandırdıkları diğer Kohenler’i biraz hor görürlermiş. Bu lâkap nereden mi çıkmış? Efsane doğruysa eğer, fi tarihinde hastalanan bir sultanı tedavi etmek için İspanya’dan (ya Campavias adlı bir kasabadan ya da öyle bir isim taşıyan) bir hekim gelmiş ve tercümanlığını bizim Kohenler’den biri yapmış. Hekim memleketine dönünce, bizimki onun kılığına girmiş (siyah cüppe ve külâh, filân) ve doktorluk yapmaya başlamış. Yerseniz...

Moiz Kohen’in dülger olduğunu belirtmiştim. Aslında sanatçı denebilecek kadar usta, oymaları ile ünlü bir marangozmuş. Oğlunu, yani annemin babası Jozef’i Avusturya Lisesi’nde okutmuş. Boylu boslu, yakışıklı Jozef, Almanca, İtalyanca, Fransızca, İngilizce, Rumca ve tabii ki Osmanlıca-Türkçe ve Ladino bilirmiş. Birinci Dünya Savaşı sırasında Çanakkale’de Alman bir generalin yaveriymiş. Bu Alman generaller sıkıcı olmaya başladı, biliyorum ama hayat bu, ne yapalım. Üstelik, eşim Hayim’in babası Yako’nun babasının aynı cephede can verdiğini, “Dönülmez Savaşın Sabahı” başlıklı adlı yazımda yazmışken...

Jozef savaştan hasta dönmüş. Getirdiği tifoyu, babası Moiz’e bulaştırmış ve adamcağız maalesef kurtulamamış. Ortada özür talep etmeyi gerektiren bir durum var tabii ama kimden? Neyse. Jozef evlenmiş, önce dayım Moiz, on bir ay sonra da annem Suzan dünyaya gelmiş. Banco di Roma’da çalışan dedem, 1929 yılında Amerika’da meydana gelen ve “kara pazartesi” diye bilinen ekonomik krizin etkilerinin İstanbul’a kadar yayılması sonucunda işsiz kalmış ve Çubuk Barajı’nın inşaatında tercüman olarak çalışmak üzere Ankara’ya gitmiş. Sonra Ankara Palas, Bursa Palas otelleri derken, annemle dayım babasız büyümek zorunda kalmış. Ardından çıkmaz mı yirmi sınıf askerlik meselesi? Jozef 1941 yılında Yozgat’a taş kırmaya gitmez mi? Gider, el mahkûm... Bırakın özür talep etmeyi, geri döndüğüne şükretmek lâzım çünkü gittiklerinde, onları gönderenler “geri dönmeyecekler” demiş yakınlarına.

Demem o ki, şu minnacık çekirdek ailenin 800 kelimelik tarihindeki olaylara bir bakın! Üstelik olayların tümünü anlatmadım. Benim ailem özel mi peki? Değil valla... Bugün seksen yaşını geçmiş hangi Türk Yahudisi’ne sorarsanız sorun, bu türden birkaç öykü anlatır size.

Onun için, babası Varlık Vergisi yüzünden Aşkale’ye gidip de bir yılda “bitmiş bir adam” olarak geri döndüğü için özür bekleyen beyefendi, hiç kendini özel zannetmesin. Hepimiz aynı gemideyiz ama geçmişe takılıp kalmadık. İleri bakıyoruz. Apolitik değiliz. Rengimizi belli etmiyoruz diye kızanlar, biraz anlamaya çalışsın. Özür değil, huzur istiyoruz. Babaannem Estreya’nın dediği gibi “Deşamoz uzur”.