Araç-Amaç

Sanatsal faaliyetlerin çoğunda, aynı hayat gibi, geçirilen süreyi bir araç olarak görüyoruz. Çoğuna ağızda bırakacağı son tat için ve daha vahimi 'gördüm-yaptım defteri'mize bir çentik atabilmek için katlanıyoruz.

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
18 Ağustos 2010 Çarşamba

Beni tanıyanlar bilir. Gittiğim filmleri, gerçek zamanlı anlatmak gibi bir huyum vardır. Biri beni durdurmadığı sürece bir filmi karşımdakine ‘görmüş kadar’ olacağı şekilde aktarabilirim. Aynı şekilde biri bana henüz görmediğim bir filmi aktarmaya kalksa sevinirim, sonunu ağzından kaçıracak diye pek de gerilmem. Zira o bilgi benim sinemada geçireceğim vaktin kalitesini düşürmez, aksine yükseltir. Aklımdan, kendi algılama yeteneğimi ölçmeme yarar. Sonunu ezbere bildiğim bir filme aynı hazla, tekrar vakit ayırabilirim... O yüzden aksiyona dayalı kurgulardan pek hazzetmiyorum. Sonuçta nereye bağlanacağı kaygısını fazlaca taşıyan eserler, bittiği anda izleyiciye bir boşluktan aşağı düşme hissi veriyor. Durağan filmlerin ise kanımca katmanları var. Bazen yüzeye en yakın katta sörf yapmayı tercih edip, bazen de değişik katmanlarda gezinmek mümkün. Örneğin şu anda vizyonda olan ‘Ciddi Bir Adam’  sadece sonunu merak ederek koşa koşa gideceğiniz bir film değil. Hatta hızlıca izlemekten vazgeçebileceğiniz bir film. Zira filmin tatmin edecek bir sonu veya ‘vay nasıl da güzel bir örgü’ diyebileceğiniz bir kurgusu yok. Hatta çoğunuz kaleme sarılıp bir son yazmak bile isteyebilirsiniz. Ancak filmi izlenmeye değer kılan bir ruh hali var. O havayı yaratmak doğal bir yetenek mi yoksa Coen Kardeşler uğraşmışlar mı bilemem…

Sanatsal faaliyetlerin çoğunda, aynı hayat gibi, geçirilen süreyi bir araç olarak görüyoruz. Çoğuna ağızda bırakacağı son tat için ve daha vahimi ‘gördüm-yaptım defteri’mize bir çentik atabilmek için katlanıyoruz. İtiraf ediyorum geçen ay Chick Corea’nın açık hava konserinde bu hisler içinde adeta sancılar çekerek konserin bitmesi için dakikalar saydım. Usta caz piyanistini sahnede son bir kere görmek arzusu ile gittiğim konserde, ilk on dakikanın sonunda “değişen bir şey yokmuş, çıkarın beni buradan” diye içimden söylendim.

Ama dün gece Aida Operası’na hayatımın ikinci mesaisini verdiğime hiç de pişman değilim. Bregenz şehrinin göl kenarında ideal bir akustiğe sahip açık hava sahnesinde, tekrar Aida ile Radames intihar etti. (pardon, bilmeyenler için heyecanı yok ettim!) Hava yaklaşık 10 derece, yağmur sağanak şeklinde… Ne oyuncuların ne de izleyicilerin korunabileceği bir çatı mevcut değil. Üzerimiz tamamen açık. Sahnenin platformu hafifçe suyun altında. Dolayısıyla oyuncuların tamamı sürekli olarak iki karış buz gibi suyun içindeler. Savaş sahnelerinde tamamen suya batıp çıkıyorlar. 7000 izleyici kıpırdamadan ve hatta şemsiye açmadan operayı izledi. Muhtemelen 7000’i de sonunda ne olacağını gayet iyi biliyordu. Eser aynı eser, hiç bir yorum farkı yok.

Örnekleri uzatmamın nedeni fikrime katkıda bulunacaklarına olan inancımdan… Fikrim şu: hayatımızdaki pek çok duruma sadece bir hedefe yönelik olduğu için katlanıyoruz. Hatta katlanmayıp delege ediyoruz mümkünse. Çocukların iyi not alması için onlara derslerinde yardımcı olacak eğitmen tutuyoruz. Başarısızlıklarında öfkelenip mahcup oluyoruz. Akşamı sakin bir balkonda noktalamak için sayfiyenin git-gel külfetine katlanıyoruz. Tarifeye bağlı yaşama sayıp sövüyoruz. Hâlbuki Aida’nın sonunu bilmenin izlerkenki hazzı azaltmaması gibi hayattaki çoğu şey de sürecin keyfine varmakla değer kazanıyor. Çocuk iyi notu alana kadarki süreçte onun yanında olmak, asıl heyecan değil mi? Sayfiyeye yol alırken toplu taşıtlarda iki üç eski dosta hal hatır sormak asıl keyif değil mi?

Sonu ne olursa olsun, koltukta geçirilen zamanın kalitesidir filmin asıl bilançosu…