Şehir Romantiği bir Kurgu Cambazı: Buket Uzuner

Yazarlarla röportaj yapmaya bayılıyorum, o kadar çok anlatacakları şey var ki, asla ne sorayım derdine kapılmıyor insan! Kitapları çok okunan, başarılı bayan yazarlarla söyleşi serisine bu hafta Buket Uzuner ile devam ediyoruz… Onu hepiniz günce tadındaki romanlarından biliyorsunuz aslında, gelin dilerseniz onu bir de farklı bir açıdan tanıyalım

Aylin YENGİN Yaşam
24 Şubat 2010 Çarşamba

Kartvizitinizde hangisinin yazmasını tercih ediyorsunuz? Romancı mı, hikâyeci mi, yoksa gezi yazarı mı?

Son 18 yıldır yalnızca yazarak hayatımı kazandığım ve yazmayı yalnızca kitaplarla kısıtlamadığım, hayatımın her anına yayılmasına izin verdiğim için kendimi bir ‘yazar’ olarak tanımlıyorum. Pek çoğumuz gibi, ben de farklı alanlarda mesleki eğitim aldım, moleküler biyoloji, çevre ve toplum sağlığı ile çevre mühendisliği alanlarında çalıştım. Yurtdışında öğrenciyken garsonluktan bebek bakıcılığına, barmenlikten otelciliğe, daha sonra Türkiye’de yayınevi arayışlarımda reklamcılıktan sinema yazarlığına kısa süreli farklı işlerde çalışmış olsam da, yazarlığın yanına ‘biyolog’ ya da ‘çevrebilimci’ gibi akademik dereceler ekleyerek kendimi tanımlamak bana doğru gelmiyor. Pek çok okur, benim bilim geçmişimi, mühendislik deneyimimi bilmez bile, çünkü bunları öne çıkartmayı doğru bulmuyorum. İş ve meslek farklı şeyler. Zaten yazarlığın da okulu olmaz. Yazmak güçlü bir dürtüdür, ama edebiyatta usta-çırak ilişkisinin önemine çok inanırım. Bence hayatta tek mucize vardır, o da çok gençken iyi bir öğretmene/ustaya rastlayabilmek. Gezginliğe gelince, o insanın gözünün rengi gibi, zaten üzerinizde taşıyorsunuz, yerleşince ölürsünüz! (Gülüşmeler!) Bu arada kartvizit kullanmayı hiç sevmiyorum, kitap ayraçlarıma e-posta adresimi yazdırarak onları kullanıyorum yıllardır.

Yazmaya ne zaman ve nasıl başladınız?

Büyüyünce ne olacaksın diye sorduklarında, ‘astronot’ veya ‘denizaltı kaptanı’ diye yanıtlayan bir çocuktum; aynı zamanda bilim insanı olup hastalıklara çareler bulmak da hayallerimin arasındaydı. Ancak yapmak istediğim her şey, yalnızca erkeklere özgüydü, kadınlaraysa annelik, ev kadınlığı ve birkaç meslek dışında pek bir seçim hakkı tanınmıyordu. Liseden başlayarak bilim alanında eğitim almam, biraz da hayati bilimlerin en maceralı alanlar olmasındandı. Ancak çocukluğumdan beri hem okumaya düşkün, hem de hikâye etmeyi seven biri oldum. Lisedeyken bazı yazı yarışmalarına katılır, ödüller alırdım; yazdıklarım yerel gazete ve dergilerde yayımlanırdı. Üniversitede moleküler biyoloji okurken, yazarlık hevesi olan bazı gençler gibi ben de Atilla İlhan’ın editörlük yaptığı yayınevinde, bir edebiyat atölyesine dönüşen odasına sık sık gider olmuş, o muhteşem usta-çırak deneyimine kabul görmüştüm. Aynı yıllarda, ilk hikâyelerim o zamanın önemli edebiyat dergilerine kabul edildiğinde artık yazarak hem denizaltı kaptanı, hem de astronot olabileceğimi anlamıştım. Ancak daha sonra bu mesleklerin tam adanmışlık istediğini kavradım ve akademik hayatı bırakıp, kendimi tamamen yazmaya adadım. Bu çok önemli bir karardı, çünkü yazarlıkla geçinmeye karar verdiğiniz anda aç kalmaya da mahkûmsunuz. Böylece birkaç yıl boyunca ailemi ve arkadaşlarımı endişelendiren tuhaf, çok riskli bir hayata başladım: 6 ay boyunca reklam yazarlığı, otelcilik, dil öğretmenliği yapıyor, kazandığım parayı biriktirip, sonraki 6 ay eve kapanıp yazıyordum. Ama yazdıklarımı yayınlayacak bir yayınevi yoktu! İlk yazdığım kitap ‘Benim Adım Mayıs’ hemen her yayınevi tarafından reddediliyor ya da yanıtsız bırakılıyor; ben de gençlik heyecanı ve edebiyatçı gururuyla dosyamı alıp, çekip gidiyor, öfkemden deliye dönüyor, yeniden yazıyor, yazıyordum. Belki fazla iddialı, gururlu ve galiba kibirli duruşum yüzünden reddediliyordum, ama için için yazdıklarımın iyi ve samimi olduğunu ve yazmaya adanmış bir ruhum olduğunu biliyordum.

Peki kendinizi ne zaman ‘gerçek’ bir yazar olarak görmeye başladınız?

Ancak ilk romanım ‘İki Yeşil Susamuru, Anneleri, Babaları, Sevgilileri ve Diğerleri’ yayımlandıktan sonra yazarak geçinebilmeye başladım. Çocukken ‘Küçük Kadınlar’daki Jo’nun bir hikâyesinin yayınlanmasıyla kazandığı parayı ailesine harcaması beni çok etkilemişti. Keşke Orhan Kemal’ler, Metin Altıok’lar, Sevim Burak’lar da yazarak geçinebilselerdi… Bu nedenle, hayatımda asla zenginlik hevesim olmasa da, yalnızca yetenekli genç yazarlara ilk romanlarını yazmaları için burs vermek üzere bir edebiyat vakfı kurabilmek için zengin olmayı istiyorum. Benim çektiğim sıkıntıları çekmesinler diye… Kim bilir, belki büyük bir edebiyat ödülü kazanır ve parasını buraya harcarım! (Gülüşmeler!) Bu arada, meraklısı için yazarlık serüvenimin detaylı hikâyesi biyografik kitabım ‘Gümüş Yaz-Gümüş Kız’da uzun uzun anlatılmaktadır.

Tam bir İstanbul aşığısınız… Neden İstanbul’un farklı köşelerini anlatmak yerine, gezmeyi tercih ettiniz?

Kimileri yaşayarak yazar, kimi bir odada hayatı kitaplardan öğrenerek geçirir ve müthiş eserler yaratabilir. Yazmak ve seyahat etmek benim için birbirine çok yakın ve hayati eylemler. Yazmazsam hasta olurum, yerleşirsem ölürüm! Ayrıca seyahat etmek, ille de yurtdışı veya şehirlerarası anlamına gelmiyor ki, yaşadığınız şehirde de seyahat edebilir, keşifler yapabilirsiniz. İstanbul’u bir ömre sığdırmak mümkün mü?

Moda’da bir ‘yazı eviniz’ var. Moda’yı diğer semtlerden ayıran özellik nedir?

Bazı semtler, şehirler, kişiler güçlü karaktere sahiptir, öyle bir mekân Moda. Saklı ve uzak bir köşede yer aldığı için konumu sayesinde hâlâ mahalle özelliklerini kısmen koruyan, bir zamanlar çok görmüş geçirmiş bir semt. Bir kere Modalı olunca artık ömür boyu öylesinizdir!

İlham diye bir şeyin varlığına inanıyor musunuz?

Yazarlar kadın kılığında bir esin perisinin kötü bir erkek efsanesi olduğunu iyi bilirler, çünkü yazarlara en parlak fikirler genellikle başka iyi bir yazarın kitabını okurken, bir ressamın, bir sinemacının, fotoğrafçı veya bestecinin eserini izlerken, dinlerken geliverir.

Gezmek gerçekten de bağımlılık yapıyor mu? En çok görmek istediğiniz ülke hangisi?

Pek çok ülke gördüm, en sevdiklerimin bazılarında uzun zaman yaşadım. Görmediğim iki kıta kaldı ama ben ille her şehri, kültürü merak etmiyorum. Sevdiğim yerlere tekrar tekrar gitmeyi özlüyorum. Keşke aynı anda çok sevdiğim beş şehirde yaşayabilsem: sabah Barselona’da uyansam, kahvaltımı Gaudi Parkı’nda etsem, öğlen Venedik Lido Hotel des Bains’de olsam, akşam çayımı Paris’te Café de Flore’da içsem, gece İstanbul’da Boğaz’da balık yesem. Hafta sonları Manhattan, New York’ta müzeleri gezsem, hafta ortası Madrid Plaza del Sol’da Rioja içsem, Prado’da dolaşsam ve tabii defterlerimi doldursam! Bu ancak ışınlanarak seyahat edebileceğimiz çağda gerçekleşebilecek bir hayal, yani on yıl sonra… (Gülüşmeler!)

En çok zevk alarak yazdığınız romanınız?

İnsan romanlarını, kitaplarını ayıramıyor, çünkü hepsine inanarak, samimi bir heyecanla emek veriyor. Ben bir romanı 3-5 yıl arasında yazabiliyorum. Ancak tıpkı eski dostluklar veya aşkların zamanla anılarda soluklaşması gibi en son kitabınız en tanıdık, en yakın dostunuz oluyor…

Kitaplarınız yabancı dillere de çevriliyor. Yurtdışında ilgi görüyor musunuz?

Bazı romanlarım ve bir öykü seçkim sekiz farklı dile çevrildi ve genellikle olumlu eleştiriler aldı, ancak henüz dünyada ‘Turkish literature’ diye bir edebiyat tanınmadığı için kişisel başarılar büyük ilgi odağı olamıyor. Yani Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal dışında yazarlarımız Batı’da büyük ilgi ve satış yakalayamıyor henüz.

İsrail’e gittiniz mi hiç?

İsrail’e iki kez davetli olarak gittim. İlki ‘Akdenizli Kadın Yazarlar Sempozyumu’, ikincisi ‘Kumral Ada-Mavi Tuna’ romanımın çevirisi nedeniyleydi. Yediot Ahranot gibi önemli bir gazete ve birkaç televizyon kanalı benimle röportaj yaptı. Tel Aviv, Yafa ve Kudüs’ü gezdim, hâlâ birkaç Kudüslü arkadaşımla iletişim halindeyim…

Kaleminize ve daha da önemlisi “ayaklarınıza sağlık” Sevgili Buket Uzuner…