Avatar yetmez

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
20 Ocak 2010 Çarşamba

Tevrat’ın Yaratılış kitabında Babil halkının birleşerek bir kule inşaatına başlaması anlatılır. Kuleyi inşa edenler  göğe yükselerek sözde Tanrı’ya yakınlaşmayı istemektedirler. Aslında yaptıkları, Tanrı’yı ulaşılır hale getirme çabasıdır. İnsan egosunun bir dışa vurumu, kibirli bir meydan okuma..  Babil halkının asıl arzusu dünya yüzüne kalıcı bir yapı bırakmak, isimlerini ölümsüz kılmaktır. Ve efsaneye göre, Tanrı bu kollektif kibire ceza olarak Babil’e lisan karmaşası gönderir. Dünya yüzündeki sayısız dilin ve milletin oluşması bu hikayeyle anlatılır.. İnsanlar, Tanrı’nın ‘dünya yüzüne yayılın, burada yerleşim yapmayın’ komutuna karşı çıktıkları için ortak dillerini yitirirler.

Dünya yüzündeki farklılaşmanın temelini bu naïf hikayeye bağlasak da gelişmeler pek de naïf olmayan sonuçlar doğurmuş.

Farklılaşmayı sadece dil boyutunda düşünmek çok basit olur. Bu yüzden ben farklılaşmayı halklar arası kültür çeşitliliği diye düşünmek istiyorum.. İnsanlar aralarındaki çeşitlilikten ileri gelen sorunlarla yüzleşmek konusunda yetersizler. Her kimlik kendini daha güçlü biçimde ifade etme gereksinimi duyuyor. Toplumlar şiddete fanatizme ve karmaşaya sapıveriyorlar. Düşmanlıklar genelde, kasıtlı ya da bir yanlış anlamanın sonucu olarak yayılan asılsız söylentilerden tetikleniyor, (İsviçre’deki minare örneğinde olduğu gibi) İnsanlar gerçeği öğrendiğinde ise iş işten geçmiş oluyor.

Avatar filmini izlerken farklı kültürden olana duyulan düşmanlık üzerinde yoğunlaşmaya çalıştım. Zira filmin standart izleyiciye vermeye çalıştığı asıl ideolojik eleştirileri basit  ve çiğ  buldum. Film, Cameron’un da özellikle belirttiği gibi batı müdahaleciliğini  “eleştirir gibi” yapsa da bana ve başka birçoklarına göre aslında meşrulaştırıyor.120 yıl sonra bile ABD’nin gerekirse uzayı bile sömürgeleştirecek kadar güçlü kalacağı gibi bilinç altı bir mesaj veriyor.

Gelelim Pandora gezegeninde olan bitenlere. İnsan DNA’sı ile Na’vi DNA’sı eşleştirilip, laboratuar ortamında melez canlılar yaratılmış. Bu bedenlere, Hinduizme atıfla “Avatar” denmiş. Avatarlar Na’vi dilini öğrenip konuşabilmekteler. Bilim insanları onlar gibi görünüp konuşarak iletişim kurabileceklerini varsayıyorlar. Ancak Avatar bedenine sahip bu insanları Na’viler kesinlikle içlerine kabul etmiyorlar. Yerli Na’vilere kendisini kabul ettiren tek beyaz ise Jack.. Onlar gibi göründüğü için değil; onlar için erişilmesi zor kutsal bir şeyi ele geçirdiği için (Toruk adındaki dev kuşu)... Yani onlar da farklı kültürden olanı içlerine almakta fazlasıyla tereddütteler. Etnik ve dinsel temizliklerine hariçten gelen bir cismi tehdit olarak görmekteler. Ve ayrıca farklı olanı gündelik aşağılamalara maruz etmeleri de cabası…

Sonuç olarak, üzüldüğüm şey şu: Güçlü ve çoğunlukta olanın, farklı olan her şeyi dümdüz etme çabası var... Amin Maalouf’un  uygarlıklarla ilgili bir denemesinde çok beğendiğim bir cümle geçiyor: ‘Amerikan ordusu, Antik Mezopotamya’da lale tarlasındaki su aygırı gibi yuvarlanıyor’... Aynı su aygırı örneğini alarak bugün yok olmaya yüz tutmuş pek çok ufak topluluklara uyarlayabiliriz. O tür sayıca azalmış insan grupları, yeryüzü kaynaklarına sahip olmayı arzulayan büyük güçler yüzünden zamanla dillerini ve kültürlerini terk edecekler,  dahil oldukları ülkelerde sıkışıp  kalacaklar… lale tarlaları dümdüz olacak…