Yetenek-sizsiniz

Bu deneyi duymuşsunuzdur. 12 ocak 2007’de, Washington DC’nin en işlek metro istasyonunda, sabahın koşturma saatlerinde, günümüzün en önemli keman virtüözlerinden olan Joshua Bell, 3,5 milyon dolar değerindeki el yapımı Stradivari kemanı ile 43 dakika boyunca müzik yapar.

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
6 Ocak 2010 Çarşamba

Bu deneyi duymuşsunuzdur. 12 ocak 2007’de, Washington DC’nin en işlek metro istasyonunda, sabahın koşturma saatlerinde, günümüzün en önemli keman virtüözlerinden olan Joshua Bell, 3,5 milyon dolar değerindeki el yapımı Stradivari kemanı ile 43 dakika boyunca müzik yapar. Bu süre içinde, Bach ve Schubert gibi bestekârların keman için bestelediği altı eseri seslendirir. Yani şöyle bir bakalım: Keman için bu ana kadar bestelenmiş en iyi müzik, en iyi keman aracılığı ile en iyi kemancı tarafından sunuluyor. Ama bunu kimse anons etmiyor. 43 dakika buyunca geçenlerin kayıtlarını izledim. Çoğu insan yürüme hızını değiştirmiyor, bir kaç kişi göz teması yapmadan keman kutusuna bozukluklar bırakıyor. Sadece çocuklar durup dinlemek isterken, anneleri tarafından çekiştiriliyor. Süre sona erdiğinde virtüöz 32 dolar para kazanıyor (bunun 20 doları “Nasıl bir şehre geldim? Joshua Bell metro istasyonunda çalıyor” diye şaşkınlık yaşayan bir Japon sanatsever turist). Konserlerinde en basit bileti 100 dolardan satışa çıkıp kapalı gişe çalan Joshua Bell… Alkış bile almadan, dakikalarca müzik yapıyor…

Bu bir deneydi. Washington Post Gazetesi bir soruya cevap arıyordu… Soru şuydu: Alelade bir ortamda, biçimsiz bir saatte, güzelliği yine de algılayabilir miyiz? Yetenek beklenmeyen bir kontekste karşımıza çıkarsa yine de teşhis edebilir miyiz?

Deneyin sonucunda ortaya çıkan makale, gazeteye o yılın Pulitzer Ödülü’nü kazandırdı.

Bana da birçok şeyi düşündürdü doğrusu. İlk olarak doğru kontekste karşıma çıkmadığı için ve gözüme ‘bu iyidir’ şeklinde sokulmadığı için kepenkleri indirdiğim ve yanımdan teğet geçmesine izin verdiğim güzellikleri, yetenekleri düşündürdü; sokak ressamlarını, ilk romanını yazan yazarları, kıyı köşe publarda espri deneyen stand-up’çıları... Sporcu seçen yetenek avcılarının vizyonunu ilk defa idrak ettim. Tornadan çıkmış gibi görünen birçok kişi arasında hatanın bile doğrusunu yapanı seçmek zorundalar. Eğitimsiz göze çarpmayan cevherleri fark etmenin zorluğunu anladım.

Ancak beni asıl düşündüren bunun diğer ucu. Daha sıkça karşımıza çıkan ve hayatlarımızı yönlendiren, aslında ‘var olmayan’ yetenek... Abartılı övgülerle önümüze sürülenleri ‘gerçek güzellik’ sanarak takdir etmeye daha mı meyilliyiz? İki tane benzer içerikli eserden birini diğerinden daha ‘iyi’ diye atadıkları zaman yutuyor muyuz kısacası? D&R’da kitap seçmeye her girdiğimde bu hisse kapılıyorum örneğin. En çok promosyonu yapılan, en büyük duvar ayrılan eserler, imla hataları bile tam düzeltilmemiş ticari balonlar çıkıyor bazen. Anlaşılmaz resimleri galerilerde yüksek değerli gösterme çabaları da keza... Hâlbuki resmi güzel yapan biraz eğitim, biraz sanatçının geçirdiği evrimin bilinci, biraz da hissiyattır. ‘Sanat’ diye bir tiyatro eseri vardı, hatırlarsanız. Cihan Ünal, Cüneyt Gökçer ve Can Gürzap beyaz tuval üzerinde tek bir ince çizgiden oluşan eser yüzünden birbirine giren üç arkadaşı oynuyorlardı. Oyunu izlerken anlamıştım ki, bir eseri güzel yapan en önemli unsur maalesef başkaları tarafından kabul görmesi ve fiyatının biliniyor olmasıdır. Gerçek beğeni ikinci planda kalabiliyor.

Bana kalırsa bir toplumun ilerlemesinde eleştirmenlere ve sanat aracılarına elzem bir rol düşüyor. Bazıları eleştirmenliği sanat yapmaktan daha az risk taşıyan bir meslek olduğu için küçümser. Ancak bence eleştirmenler ve sanat aracıları bugünü ve yarını yorumlama misyonu taşıyan önemli varlıklar. Madem gözümüze sokulanı tercih etme eğilimindeyiz, bari bizi doğru yönlendirseler…