“Kızkardeşimin Hikayesi” sarsıcı, etkileyici, duygusal bir aile dramı

Yıllarca süren acımasız bir hastalığın üç çocuklu bir aile üzerindeki etkilerini, Nick Cassavetes, aile sevgisi ve bağlılık temalarını sorgulayan bir tonla anlatıyor. İnsan olmanın ince ayrıntıları, sevginin doğası, aile içindeki sevgi bağının kutsanması, bir felâket karşısında aile bireylerinin davranış çeşitliliği, özgür irade gibi temalar, melodramın tuzaklarına düşülmeden işlenmiş.

Viktor APALAÇİ
2 Eylül 2009 Çarşamba

Aile içi dramları ve gizleri aktarmada ustalığını kanıtlamış Fransız sinemasından gelme, Philippe Claudel’in “Seni O Kadar Çok Sevdim Ki” başyapıtı, tartışmasız yaz sezonunun en iyi dramı ve en iyi filmiydi.

Sarsıcı bir aile dramı da, Amerikan sinemasından geliyor. Bağımsız Amerikan sinemasının kurucusu, öncüsü John Cassavetes’in yönetmen oğlu Nick Cassavetes’in “Kız Kardeşimin Hikâyesi / My Sister’s Keeper”, aile sevgisi ve bağlılık temalarını sorgulayan, kesinlikle kayıtsız kalınamayacak koyu bir dram.

Jodi Picoult’un çok satan romanından, esinlenip, Nick Cassavetes’in Jeremy Leven ile akıllıca yazılmış senaryosu, yıllarca süren insafsız bir hastalığın, üç çocuklu bir aile üzerine yaptığı etkileri anlatıyor.

Genç bir çiftin, iki yaşındaki kızlarının kan kanseri hastalığına yakalandığını öğrenmelerinden sonra yaşadıkları, izleri uzun süre silinemeyecek türden sarsıcı bir uslupla filmde anlatılıyor.

Sevginin doğası, aile içindeki sevgi bağının, kutsanması insan olmanın ince ayrıntıları, bir felaket karşısında aile bireylerinin davranış çeşitliliği, özgür irade gibi temalar bu hüzünlü ve kederli filmde ustalıkla işleniyor.

John Cassavetes bu dokunaklı öyküyü, melodramın tuzaklarına düşmeden, abartmadan, gerçekçi bir uslupla, (herkesin başına gelebilecek bir olay gibi) anlatarak filmi inandırıcı kılıyor.

Aile içi ilişkiler üzerine kurulu film, konularındaki insan dramlarının çokluğu ve çeşitliliği de öne çıkıyor. Bir çocuk için diğerini harcamak, yaşamsal seçimler yaparken vücut haklarını savunabilmek gibi etik sorular, filmin zenginlikleri arasında. İkinci çocuğunun doğumundan bir hafta sonra doğuştan kalp yetersizliği olduğu anlaşılınca, yönetmen Nick Cassavetes, filminde anlatılan konunun bir benzerini yaşamış. Kişisel deneyiminden yola çıkarak, zor durumda kalan ailelerin davranış şeklini iyi yorumlama şansını yakalamış.

BİR BAŞKA “SOFİ’NİN SEÇİMİ”

Jodi Picoult’un romanındaki insan malzemesi içeren etkileyici konuyu, yaşamsal seçimlerle karşı karşıya gelen, büyük acılar yaşayan bir baba olarak Nick Cassavetes, doğru bir yorumla sinemaya taşımış. Film, 14 yıllık uzun bir hastalık sürecinin bu döneminde başlıyor ve lösemi hastası Kate’i (Sofia Vassilieva) kızkardeşi Anna’nın (Abigail Breslin) gözünden anlatılıyor. Filmde diğer aile bireylerinin kişisel gözlemleri de yer alıyor.

İncelikli, dantel gibi örülmüş senaryosuyla film, geriye dönüşlerle, çok zor bir dönem geçiren bir aileyi, sevapları ve tüm kusurlarıyla, bir gözyaşı senfonisi uslubuyla anlatıyor.

Anne Sara (Cameron Diaz) ve baba Brian (Jason Patrick) Kate’i kurtarmak amacıyla başka bir çocuk daha yapmaya karar verirler. Anna, ablasının tıbbı gereksinimlerini karşılamak için laboratuarda tüp bebek olarak dünyaya getirilmiş “dönor bir kardeş”tir. İliği, kanı, kemiği ile Kate’i uzun süre yaşatan Anna’nın 11 yaşına geldiğinde, 16 yaşındaki Kate’e böbreğini bağışlaması gerekiyor.

Ablası için kendisinden çalınan hayatı ve sağlığı nedeniyle isyan eden Anna, ailesine karşı dava açıp, vücudunun kullanım haklarını korumaya çalışıyor.

Seçtiği avukat, davalarının yüzde 91’ini kazanmış ünlü bir avukattır  (Alec Baldwin). Kızının hastalığından sonra avukatlığı bırakan anne Sara, cübbesini tekrar giyecek, aldığı karar ile kendisini çileden çıkaran kızı Anna’yı kararından dönmesini sağlamaya çalışacaktır. Anna’nın aldığı kararın nedeni finalde açığa çıkacaktır.

ACININ GÖLGESİNDE YAŞAMAK

Yönetmen Nick Cassavetes’in izleyiciyi öyküye, karakterlere, olaylara katma çabası, taraf tutmaya zorlaması filmi inandırıcı kılıyor. Acılı anne-babanın (Sofi’nin seçiminde olduğu gibi) çocukları arasında bir tercih yapmanın zorluğu filmde ustalıkla yansıtılmış.

Film, lösemi hastası Kate’in iki kardeşinin çaresizliğini, mecburen ihmal edilişlerini, büyük bir acının gölgesinde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu sorguluyor.

“Kız Kardeşimin Hikâyesi”nin en başarılı mesajı ise, ölümün hayat kadar doğal karşılanması gerektiği, hayatın kaçınılmaz bir aşaması olduğu. Hayat sevgisiyle dolu finaliyle film iyimser mesajlar veriyor.

Cassavetes yürek burkan, gözyaşı döktüren sahnelere sığınmıyor, senaryosundaki kasvetli konuyu, Los Angeles’in yumuşak gün ışığında, sıcak ve canlı renkler eşliğinde anlatıyor. Aynı başarıyı, Cassavetes oyuncu yönetiminde de gösteriyor. Komedilerde görmeye alıştığımız Cameron Diaz, imkânsızlıklara boğuşan acılı ama kararlı anneyi, inandırıcı ve etkileyici kılan bir performansla canlandırıyor.

Avukatta, eski tüfeklerden Alec Baldwin, yargıçta (evlat acısı yaşamış bir anne olarak) Joan Cusack, doğru yorumlarıyla tecrübelerini konuşturuyorlar.

Oyuncu kadrosunun sürprizi çocuk oyuncu Abigail Breslin’den geliyor. Sade, inandırıcı, ekonomik ve etkileyici performansıyla genç oyuncu “My Little Sunshine” ile Oscar’a aday olmasının bir tesadüf olmadığını kanıtlıyor.