“Zihinsel gettolarımızdan çıkmamız gerek”

Öyle mutlu oldum ki, röportaj teklifimi kabul edince… Çok mesafeli ve soğuk bir görünüşü vardı fotoğraflarında – hatta ulaşılmaz. Ama öyle sevindim ki, onun kibirsiz, alçakgönüllü, samimi ve sıcacık yaklaşımını görünce. İki dost gibi sohbet ettik bu çok zeki, çok başarılı, çok bilgili bayanla… Ne yalan söyleyeyim, çok etkilendim ondan!  İşte size Elif Şafak ile AŞK dolu söyleşimizin geniş bir özeti.

Aylin YENGİN Yaşam
2 Eylül 2009 Çarşamba

Aşk insanların “aldım, okudum” dedikleri bir kitap mı, yoksa gerçekten tasavvufa meraklı, Elif Şafak hayranı insanların tercih ettikleri bir kitap mı?

Bu kitabın okuyucu profili o kadar çeşitli ki, birbirlerine hiç benzemeyen insanlar alıp Aşk’ı okuyorlar ve hepsi içinde kendine göre bir güzellik buluyorlar. Çok farklı kültürel kesimlerden, çok farklı toplumsal konumlardan, hatta çok farklı yaş gruplarından, kadın-erkek okurların Aşk’ı alıp okuduklarını görüyorum. Yaklaşma biçimleri çok farklı oluyor, o yüzden tek bir kalıba indirgeyemiyorum. Kimisi daha derin bir tasavvuf bilgisiyle okuyor, kimisi ömründe ilk kez tasavvufla karşılaşıyor. Kimisi ilk defa Elif Şafak okuyor, kimisi ilk kitabımdan bu yana beni takip ediyor. Bu çeşitlilik güzel zaten…

Satışı ne kadara ulaştı?

300.000 sattı. Tabii bunun dışında, sayısını bilmediğimiz bir korsan da var.

Korsan önemli bir sorun mu?

Korsan bütün kültür dünyamıza ve dokumuza zarar veren bir şey. Olayı hafife alıyoruz aslında, oysa bu koskoca bir endüstri haline gelmiş durumda. Korsandan dolayı yalnızca yazar değil, yayınevi çalışanları da zarar görüyor. Çevirmenlerin ücretlerinin bu kadar düşük olmasının sebebi bile bu. Emek hırsızlığı! Emniyet bu işe sıkı müdahale ediyor, ama önemli olan okurların rolü, onlar almayacak ki, korsanın kökü kuruyabilsin.

Kapak renginin kül olması konusuna değinmek istiyorum. Kadın-erkek, her kesimden okuyucularınız olduğunu söylediniz, madem herkes okuyor, neden kapağının rengini değiştirmeye gerek duydunuz?

İlk çıktığı günden beri, kapak rengiyle ilgili irili ufaklı, ama samimi çok şikâyet aldık. Bana bizzat defalarca söylendi, erkek okuyuculardan e-mailler, mektuplar geldi. “Severek okuyoruz, ama vapurda, otobüste okuyamıyoruz. Kahvede ya dışarıda otururken elimizde kitabı görenler garip garip bakıyorlar,” dediler. Bu tür şikâyetler artınca, ben de bir alternatif olsun istedim – pembeden rahatsızlık duyanlar için.

İlk çıktığında aklınıza böyle bir şey gelmiş miydi? Kapağın, satışı ya da okurları etkileyebileceği konusunda bir endişeniz olmuş muydu?

Bir önyargım vardı aslında, çok rahat pembe giyebilen, günlük hayatımda pembeyi rahatça kullanan biri değilim. Ama kız çocuk annesi olduktan sonra, pembeye olan önyargım epeyce kırıldı. Bu kitabın kapağı için de çok güzel bir ekiple çalıştım. Tüm emeklerini gönülden ortaya koydular. Mesela üzerindeki yaprak, bir fotoğraf sanatçısının, Ebru Bilun’un eseri. Özel bir röntgen tekniğiyle çekilmiş bir fotoğraf. Zaten bir yaprağa yakından baktığınızda kalp gibi, içinde damarlar var… Çok basit, ama aynı zamanda insanı çok etkileyen bir kapak. Pembeye olan tüm önyargıma rağmen severek kabul etmiştim.

Bu kitabı kimler için yazdınız?

Ben yazarken, kendimi anlattığım hikâyeye kaptırıyorum. Onun için, yazma süreci boyunca, o karakterlerle yaşıyorum zaten. Bu bir roman olacak, onu kimler okuyacak diye düşünmüyorum o süreçte. Ama tabii kitap bittikten sonra, kimler ne düşünür, diye geçiyor kafamdan. Bunu da zaten her yazarın samimiyetle düşünmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü her yazar okunmak ister. Okunmak istemesek, neden yazalım, neden yazdıklarımızı yayınlayalım? Elbette okuru önemseyerek yazıyor ve yaşıyorum, ama şu kesim okusun diye kafamda sabit bir şablon yok.

Tasavvufu popülerleştirdiğiniz söyleniyor…

Ben tasavvufu, derya, deniz, okyanus gibi görüyorum. O okyanustan, herkes anlayabileceği kadar su çekiyor. Kimisi bardakla çekiyor, kimisi kovayla, kimisi de kaşıkla. Ben oradan bir kova su çeksem, o denizin suyu azalır mı? Diyelim ki popülerleştirdim, bundan tasavvufa zarar gelir mi? Gelmez! Ama o popülerlik sayesinde üç-beş kişinin bilincinde bir pencere açılıyorsa ne güzel. Ben, sanki popüler olan her şeyi kötü gibi gösterilen elitist yaklaşımdan hoşlanmıyorum. Halka inmek, söylemi çok yanlış bence. Çünkü bu halkı küçümsemektir. Neticede yazarlar yukarıda, halk daha aşağıda gibi bir kanı olmamalı. Yok öyle bir şey. Kimse kimseden üstün değil.

Okuyucu kendini kitapla nasıl özdeşleştiriyor?

Bir romanı binlerce kişi bile okusa, her okuyucu kendine özgü bir şekilde okuyor. Roman böyle bir sanat, çok kişisel bir yolculuk. Nasıl ki parmak izlerimiz farklıysa, herkesin okuması da tek tek farklı. En yakın iki arkadaş okuyor aynı kitabı, bambaşka şeyler algılıyorlar.

Aşk piyasaya çıkmadan altı ay önce, Ahmet Ümit çok benzer konuda kaleme aldığı “Bab-ı Esrar” kitabını yayımlandı. Bu sizi telaşlandırdı mı?

Duyduğum zaman tabii ki bir endişe yaşadım, çünkü aynı yayınevinin iki yazarı aynı konuda yazıyordu. Birbirini gölgeler mi, diye bir endişem oldu. Ama her kitap kendi okurunu zaten yaratıyor veya buluyor. Bu bir zenginlik aslında, biri albümünü yapıyor, bir başkası filmini çekiyor… Kimse kimseye rakip değil. Özellikle konu tasavvufsa, olaya böyle bakmayı tercih ediyorum. Ve hakikaten de benden ona giden, ondan bana gelen okurlar oldu. Birbirimize böyle bir katkımız olduysa, ne güzel.

Bu kitabı yazmak nereden aklınıza geldi?

Çıkış noktam aşktı. Mevlana’yı konu alan bir kitap yazmak gibi bir niyetim yoktu. Aşkı anlamak ve anlatmak üzerine bir kitap yazmak istiyordum, ama aşkın yolu Mevlana’dan, Tebrizli Şems’ten geçiyor zaten. Ben kafasında önce bir kurgu yapıp, sonra da onu birebir kâğıda aktaran bir yazar değilim. Daha ziyade yazı ile birlikte akıyor olaylar, yazı beni alıp sürüklüyor bazen. Bazen karakterler kendilerini biçimlendiriyor. Bu çok keyif aldığım bir yazı tekniği. Tabii ki içinde bir kurgu ve bilgi var, ama daha çok sevgi var.

Çok araştırtmaya dayalı bir kitap. Araştırma safhası ne kadar sürdü ve yazması ne kadar zamanınızı aldı?

Benim tasavvufla tanışmam, Üniversite yıllarıma, 16 sene öncesine dayanıyor. Bu benim etraftan ya da ailemden bildiğim bir kültür değildi. Bu konularda okumayı sevdim, okudukça daha çok okumak istedim. İlk romanım “Pinhan” da tasavvufla yoğrulmuş bir kitap. Bu 16 sene boyunca tasavvuf hayatımdan hiç çıkmadı. Aşk’ı yazarken birden bir pencere açıldı içimde. Zaten istesem de bu kitabı daha önce yazamazdım, 16 senelik bir mazisi, bir birikimi var. Araştırma ve yazma safhası toplam bir buçuk sene sürdü. Çok yoğun geçen bir 1,5 sene…

Kitabı önce İngilizce yazdığınız söyleniyor.

Evet doğru. Önce İngilizce yazdım, sonra Kadir Yiğit Us tarafından Türkçeye çevrildi. Çok emek vererek çevirdi, bu anlamda kendisine teşekkür borçluyum. Ama ben o çeviriyi aldım ve yeniden yazdım, onu hamur gibi yeniden şekillendirdim. O yüzden bu, çeviri kokan bir metin değil. Türkçesi bitince, kitabı o kadar sevdim ki, Türkçe’den aldığım feyzle İngilizcesini yeniden yoğurdum. Yani bu kitap aslında, eşzamanlı olarak iki kez yazıldı. O yüzden İngilizcesi de orijinal, Türkçesi de.

Yani 2010 yılında Amerika’da yayımlanacak olan kitap…

Tabii, yalnız her kitapta olduğu gibi, öncelikle bir editörün elinden geçecek. Bence Türkiye’de editörlerin değerini yeterince bilmiyoruz. Bizde şöyle bir genel kanı var, yazar iyiyse, editöre ihtiyacı yoktur! Hâlbuki Amerika’da isterseniz profesör olun, muhakkak kitabı bir editör okur, fikrini söyler, başka bir gözle, profesyonel bir bakış açısıyla değerlendirir. Ben editörlüğe çok önem veriyorum ve kendi editörlerimden çok şey öğrendiğimi düşünüyorum.

Kadın yazar olmanın zorlukları var mı?

Bence Türkiye’de kadın olmanın zorlukları var. Edebiyat ortamı da, Türkiye’nin geri kalan ortamından farklı değil, o da ataerkil bir ortam. Orada da ataerkil kodlar, bilimsel kalıplar var. Bence Türkiye’de kadın yazar olmaktan ziyade, esas zor olan genç kadın yazar olmak. Çünkü biz yaşa hürmet eden bir toplumuz. Bu açıdan yaşı ilerlemiş bir kadın yazara daha çok saygıyla yaklaşıyoruz, ama öte yandan Türkiye’de öyle bir okur var ki – ve bu okurların çoğu da kadın – bir kitabı seviyorlarsa, onu tüm sevdikleriyle paylaşıyor. Bazen bir ailede üç nesil aynı kitabı okuyor. Bunlar beni çok duygulandıran şeyler ve ben ilhamımı, enerjimi okurdan alıyorum.

Annelik size neler kattı, neler götürdü?

Kızım doğduktan sonra on ay boyunca postnatal depresyon yaşadım. Bunun türevlerini belki her kadın yaşıyor, ama ben biraz daha yoğun yaşadım bu süreci. O dönemde hiçbir şey yazamadım. İlk defa yazı benden akmadı. Paniğe kapıldım, annelikle yazarlığı bir arada yürütemeyeceğimi sandım. İkisinden birini seçmem gerektiğini düşündüm. Ardından “Siyah Süt”ü yazdım. Uzun vadede aslında depresyon bana çok iyi geldi. Dibe vurup dağıldığınız için, sonra o parçaları yeniden toparlarken daha güzel bir bütünlük kurabiliyorsunuz. Şu anda anneliğin bana kazandırdıklarını, okuyucularım benden daha net bir şekilde görüyorlar. Daha duygusal, daha şefkatli oldum. Anlattığım karakterleri yargılamamayı, onlara tarafsız bakabilmeyi öğrendim.

En sevdiğiniz yazarlar kimler?

Çok var. Ben okumayı çok seven bir insanım. Yazarların, okurluğunu unutmaması gerektiğini düşünüyorum. Türk, Amerikan, İspanyol, Fransız, Japon edebiyatından çok çeşitli yazarlar okuyorum. Bazen bestseller, bazen de hiç bilinmeyen kitaplar. Felsefe okumayı çok seviyorum, felsefeden çok besleniyorum. Felsefecilerin sorduğu çok ilginç sorular var, hayata, ölüme, zaman kavramına, faniliğe dair. Bunlar yazarları çok yakından ilgilendiren konular.

Felsefe ve tasavvufa ilginiz var, peki ya dinlere?

Dinlere ve din felsefesine çok ilgim var. Bunlar aslında konuşulması biraz zor konular, ama inancı konuşabiliriz. İnanç benim için çok önemli bir kavram, bütün insanlığı ilgilendiren ortak bir düşünce. İnançlı olmayı ve maneviyatı seviyorum. İnançlı olmak bana göre dinci olmak demek değil. İnanç, din ve bağnazlık temelde aynı özü paylaşsalar da apayrı şeyler. Ne yazık ki bazen bu kavramlar birbirlerine giriyor. Ben insanları kimliğine, ismine göre yargılamamaktan yanayım.

Yahudilik hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Genel olarak din felsefesine ve İbrahim dinlerine, hatta tüm evrensel dinlere ilgim var. İkinci romanım “Şehrin Aynaları” 17. yüzyılda geçen tarihsel bir romandı ve içinde Yahudilik ile Müslümanlığı buluşturan bir doku vardı. Çok paralellikler görüyorum aralarında. İnsanlığa önyargısız bir şekilde yaklaşmak gerektiğine inanıyorum. Hepimizin özünün aynı ve bir olduğunu düşünüyorum.

Gazze olaylarının ardından Türkiye’de Yahudilere karşı oluşan negatif bakış açısı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence bu konuda net bir eleştirinin olması lazım. İsrail hükümetinin uygulamalarından inanılmaz derecede zarar gören bir halk var ortada. Ama bunu eleştirmek ayrı bir şey, bunu bütün bir dine ya da bir inanca bağlı insanlara mal etmek bambaşka bir şey. Aradaki farkı görmek gerektiğini düşünüyorum. Bir hükümeti ya da devleti eleştirebilirsiniz, ama insan ayrı bir şey. Hele ki Türkiye’deki Yahudiler, yüzyıllardır bu toplumla bu kadar iç içe yaşamışken, onlarla bütünleşmişken. Bizim artık ortak bir kimyamız, ortak bir sentezimiz var, bütünleşmişiz. Bütün semavi dinlerde en büyük günah, kibirdir, bir bakıma bağnazlık, yani kendini diğer insanlardan üstün görmek. Kimseyi itmemek, dışlamamak gerekli bu dünyada. Çünkü unutmamak lazım ki, sen de bu dünyaya o insan olarak gelebilirdin.

Köşe yazarlığı da yapıyorsunuz. Yazarlık ile köşe yazarlığı arasında nasıl bir ayrım yapabiliyorsunuz?

İkisi çok farklı mecralar aslında. Dilleri farklı, duyguları, ritimleri farklı... Gazetenin ritmi tamamen günlük, romansa kalıcılık üzerine kurulu. En azından bu niyetle yazılıyor. Ben kendi adıma, romancıların yaptıkları işe çok fazla gömülmemeleri gerektiğini düşünüyorum, çünkü çok “yalnız” bir sanat icra ediyoruz. Yaratıcılık anlamında, ortaya bir eser çıkarırken paylaşmıyoruz, başka yerlerden beslenmiyoruz, ekip çalışması yapmadan yalnız başımıza üretiyoruz. Gazetede yazmak o yalnızlığı kırıyor, okurla temasa geçmenizi sağlıyor. Köşe yazılarımı yazdığım zaman gazete okurlarından çok şey öğreniyorum. Tıpkı üniversitede öğretmenlik yaparken öğrencilerimden öğrendiğim gibi.

Öğretirken öğreniyorsunuz bir anlamda…

Olaylara başka bir açıdan bakmamı sağlıyor, kendimi başkalarının yerine koyuyorum. Empati yapmak bir sanatçı için çok önemli. Hayata sürekli kendi penceremden bakmak yerine, bir de başkasının penceresinden bakmamı sağlıyor. Bunu yapabilmemiz gerektiğine inanıyorum, yoksa körleşiriz. Tasavvuf da insana kendini başkasının yerine koymayı öğretir ve sanatçıların öğrenmesi gereken yol bu. Aksi halde çok şişkin egolara sahip olurlar.

Türkiye’nin geleceği konusunda endişeniz var mı?

Umutsuz olmak için hiçbir sebep görmüyorum, öte yandan umutlu olmak için birçok sebep görüyorum. Bambaşka bir kültüre sahip bir yer burası, kendine has özelliklere sahip bir ülke. Ama birbirimizden çok korkuyoruz, oysa insan tanımadığı şeyden korkar. Tanımaya da çalışmıyoruz diğer yandan. Hayatında hiç Yahudi tanımamış bir insanın gidip Yahudi komşusu ile tanışması lazım, ama aynı şekilde hayatında hiç AKP’ye oy veren bir insan tanımayan birinin de gidip onunla tanışması lazım. Kendimizi korkularımıza kilitleyip, önyargılar üretmeye devam ediyoruz. Bu zihinsel gettolarımızdan çıkmamız gerek. Sentezlerimizin kıymetini bilmemiz, bu zenginliğin değerini bilmemiz ve en önemlisi birbirimize saygı duymamız gerekiyor. Bir arada yaşamayı bilmek bir sanat. Bu bir yolculuk ve biz bu yolculukta aynı gemide bir sürü insanla birlikte seyrediyoruz. Bunları öğrenirsek eğer, Türkiye çok güçlü ve örnek bir ülke olarak devam edebilir.

Çok teşekkürler Elif Şafak, bu keyifli, bilgilendirici ve hoş sohbet için…

Elif Şafak kimdir?

1971 Strasbourg doğumlu Elif Şafak ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi, yüksek lisansını aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümü’nde, doktorasını ise siyaset bilimi alanında tamamladı. İlk öykü kitabı Kem Gözlere Anadolu’yu 1994’te yayımladı. İlk romanı Pinhan’la 1998 Mevlana Büyük Ödülü’nü aldı. Bunu Şehrin Aynaları ile Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü’nü kazandığı Mahrem izledi (2000). Ardından her ikisi de çok satan ve geniş bir okur kesimine ulaşan Bit Palas (2002) ve İngilizce kaleme aldığı Araf (2004) yayımlandı. Med-Cezir’de (2005) kadınlık, kimlik, kültürel bölünme, dil ve edebiyat konulu yazılarını topladı. 2006’da senenin en çok okunan kitabı olan Baba ve Piç yayımlandı. Ardından aylarca satış listelerinden inmeyen ilk otobiyografik kitabı Siyah Süt’ü (2007) ve son olarak da satış rekorları kıran AŞK’ı yazdı. Düzenli olarak Habertürk Gazetesi’nde yazan, makaleleri yabancı gazete ve dergilerde çıkan ve yirmiden fazla dile çevrilen Elif Şafak’ın romanları dünyanın en önemli yayınevlerinden Farrar, Straus and Giroux, Viking ve Penguin tarafından yayımlanmakta. Son romanı Aşk, Şubat 2010´da Amerika´da Viking tarafından The Forty Rules of Love ismiyle yayımlanacak.