Gözyaşları ülkesi

Gözyaşları ülkesi o kadar gizemli ki… İddia ediyorum, aslında hiç bir zaman gözyaşları, içinde bulunulan durum için dökülmüyor. Duygu selleri, içinde bulunulan ortamdan tetikleniyor, ancak mutlaka asıl yoğunluğunu kişinin kendi hayatındaki benzer coşkulardan, çaresizliklerden ve nostaljiden alıyor.

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
19 Ağustos 2009 Çarşamba

Küçük Prens adlı romandan bir bölüm var aklımda. Çölde, uçağını tamir etmeye çalışan pilot (anlatan) Küçük Prens’in gül dikenleri ile ilgili sorduğu sayısız soruya sırf onu başından savmak için ‘dikenler hiç bir işe yaramaz’ diye cevap verir. Ve daha önemli bir işi olduğunu söyleyerek Küçük Prens’e çıkışır. Küçük Prens gözyaşlarına boğulur. Anlatan şaşırmıştır ve bence doğru bir tespit yapar: ‘Gözyaşları ülkesi ne kadar da gizemli!’Asıl meselenin ne olduğu sonra ortaya çıkar tabii ki. Küçük Prens’in minnacık gezegeninde, eşi benzeri olmayan gururlu, kendi güzelliğine hayran, tek bir gül vardır. Üşüdüğü zaman üzerinin örtülmesini isteyecek kadar nazlı. Küçük Prens ona hayrandır. Kokusu ve görkeminden büyülenmiştir. Kaprisli ve tutarsız olduğunu bildiği halde onun yaşamından sorumluluk duymaktadır. Bu sorumluluk onun Dünyamıza gelmesine neden olmuştur zaten. Ve o anda gözlerinde biriken gözyaşları bütün bu geçmişi kapsamaktadır, O andaki soru-cevap silsilesi ile ilintili değildir.

Gözyaşları ülkesi o kadar gizemli ki… İddia ediyorum, aslında hiç bir zaman gözyaşları, içinde bulunulan durum için dökülmüyor. Duygu selleri, içinde bulunulan ortamdan tetikleniyor, ancak mutlaka asıl yoğunluğunu kişinin kendi hayatındaki benzer coşkulardan, çaresizliklerden ve nostaljiden alıyor. Çoğu insan, hayatının bir parçasını çağrıştıran, kendisinde var olan bir hüznü hatırlatan, heyecanı veya sevinci hissettiren bir olay karşısında daha duygusal davranıp gözyaşlarını salıveriyor.

Herkesin aynı anda aynı şeylere ağlaması neredeyse imkânsız. Evde iki aylık uyuyan bir bebek olmasa Aslan Kral Simba’nın naif hüznünü izlerken ağlayan bir kadını açıklamak biraz zor olurdu. Aynı şekilde Carol King’in ‘You’ve got a friend’ tıngırtısına, Afganistan’da geçen Uçurtma Avcısı’ndaki gençler arası acımasız şiddete, Ferhat Göçer’in ‘Yastayım hiç kimse bilmiyor’ mırıltısına, herkesin eşit derecede ağlaması mümkün değil… Babam ve Oğlum’da Salim’in Sadık’a ‘abii’ diye seslenmesi bazılarının boğazını düğümlerken, bazıları Eastwood’un Gizemli Nehir’de işlediği, kaybolan çocukluğa ağlar. Ben Andy Garcia’nın ‘Erkek Severse’de üstlendiği kişiliğe ağlamıştım mesela.

Bir araştırmaya göre kadınlar ömürlerinin ortalama 16 ayını gözyaşı dökerek geçiriyorlarmış. Timsah gözyaşları misali kameralara ağlayanları bir kenara bırakırsak, bana mantıksız gelmedi. Kadınlar olmuş ve olacak şeyleri ‘o an’ki gerçekle harmanlayabiliyorlar. Çapa atmak deniyor buna sanıyorum teknik olarak. Örneğin on sene sonra aynı ortamda olmak o süre hiç geçmemiş gibi davranışlara itiyor insanı. Aklına tek tük getirdiği eski bir hınç o ortama girince insanı tekrar köpürtüyor, ağlatıyor. Tabii ki görünen rasyonel bir sebep yokken ortada… Veya bir ilişkinin daha ilk evresinde yaşadığı bir mutluluğun geçmişteki benzer bir durumda nasıl kötü sonuçlandığını düşünerek kadın mutluluk anında bile gözyaşı dökebiliyor. Ancak insanlar genel olarak bence en çok geçmişe özlem duyduklarında ağlıyorlar. Sahip oldukları veya kaçırdıkları güzelliklere ve onları çağrıştıran her şeye gözyaşı dökerek rahatlama ayini yapıyorlar.

O yüzden gözyaşı döken biri gördüğümde onu o gizemli gözyaşı ülkesinde sessizce kabulleniyorum. Siz de öyle yapın. Hemen kendinizi sorumlu hissetmeyin... Romalı şair Ovidius’un dediği gibi ‘ağlamak da bir zevktir, öfkeyi siler.’  İyi de yapar...