Kapandakiler ve 2010

Bizler İstanbullu olmayı ne kadar hak ediyoruz? Onun güzelliklerini yerle bir etmek için ant içmişçesine hareket birliği içinde davranan bizler, kenti yaşanmaz kılmak için, onu teslim almak için elimizde geleni yapıyoruz.

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
8 Temmuz 2009 Çarşamba

Tarihi çağları aşıp günümüze gelen kentlerden en güzelidir İstanbul. Eşsiz Boğaz’ın iki yakasında saltanatını kuran, görenlerini büyüleyen bir kenttir… Şu sıralar Macaristan’ın Peç ve Almanya’nın Essen kentleri ile birlikte, 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmanın haklı gururunu yaşıyor ve yaşatıyor.

Oysa bizler İstanbullu olmayı ne kadar hak ediyoruz? Onun güzelliklerini yerle bir etmek için ant içmişçesine hareket birliği içinde davranan bizler, kenti yaşanmaz kılmak için, onu teslim almak için elimizde geleni yapıyoruz.

Kaç kişiyiz, onu bile bilemeden, eldeki envanterin neleri başarıp neleri başaramayacağını kestiremeden, girişiyoruz sorunların altından kalkmaya. Belki de böylesi doğru, zira İstanbul kadar canlı, dev bir organizma ile baş etmek pek de kolay olmasa gerek.

Sokaktaki zavallı İstanbullu, içinde yaşadığı dünya kentinin kıymetini bilemeden, bu ayrıcalığı yaşamak şöyle dursun, günün her dakikası adeta azap içinde. Trafik buna en iyi örnek. Ortalama vatandaş gündelik hayatının iki saatini veriyor bu kentin sokak ve caddelerinde. Ne yapılırsa yapılsın nafile, günün hangi saatinde kendinizi sokağa atarsanız atın, ya bir kazı, ya bir kaza önünüze duvar çekiyor… Gitmekse gidemiyorsunuz, gelmekse gelemiyorsunuz.

Şu sıralar Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nde en az 20 Temmuz’a dek süreceği bildirilen deprem güçlendirme çalışmaları var. Deprem ülkenin en büyük sorunlarından biri ve bunu es geçmek gibi bir lüksümüz yok. Dolayısı ile bu güçlendirme çalışmalarına kimsenin karşı çıkması mümkün değil. Başa gelen çekilir havasında oflayarak poflayarak, kestirmeler kullanarak, birbirimizi atlatarak bu dönemi geçirmeye çalışıyoruz.

Ancak yine de yollarda, kapana kısılmış hissiyatında, tırmalayarak ilerlerken, bazı önlemler alınamaz mıydı diye de düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Örneğin yoğun saatlerde, sabahları Asya’da Avrupa’ya, akşamları da ters yönde uygulanan kamyon yasağı, çalışmalar süresinde çift yönlü uygulamaz mıydı? Zaten artık köprülerin sabah akşam fark etmeksizin her daim tıkalı olduğunu da yaşamayan kalmadı. Buna rağmen, uygulamalarda eski yöntemlere devam ediliyor.

Buna bağlı olarak, boğazın iki yakası arasında, şu sıralar Sirkeci – Harem arasında kısıtlı çalışan arabalı vapurların istikametleri zenginleştirilemez miydi? Paşabahçe – İstinye arasına veya uygun bulunacak başka noktalara seferler koymak büyük olasılıkla trafiği rahatlatırdı.

Elbette buna halkın duyarsızlığını en önemli unsur olarak eklemek gerek. Gün geçmiyor ki, yollarda itiş kakışa bağlı kazalar olmasın. Aynı yöne giden araçlar dahi, çarpışabiliyor ve kazalar sonrası, trafik içinden çıkılmaz bir hâl alabiliyor. Emniyet şeridinin ihlal edilmesi, şeritler arasında kuralsız bir şekilde slalom yapılması, yol verdin – vermedin kavgaları, direksiyon başında – belki de kapana kısılmış olmanın ruh hali içinde – canavarlaşan sürücüler… Trafiğe yön vermek için ellerinden geleni yapan, ancak bu ezici hacim karşısında çaresiz kalan polisler…  Asrın mucizesi metrobüslerin veya otobüslerin içinde, balık istifi, güneşin alnında kavrulan binlerce İstanbullu.  Sarf edilen yakıt, geri gelmemecesine yitirilen kıymetli zaman, gerilen sinirler…

Fatih Sultan Mehmet 1453’te kenti Bizans’tan aldığında ve burayı Osmanlı’nın başkenti yaptığında, bunları öngörmemişti şüphesiz. O bir dünya kenti düşlemişti, tıpkı ondan sonra gelen padişahlar gibi. Cumhuriyet döneminde de bu böyle olmuş, yaşayanları burada bulunmanın ayrıcalığını yudumlamışlardı.

Bugün durum pek de öyle değil. 7 gün 24 saat canlı bir kentte yaşamanın zorluğu altında ezilmiş, bunalmış durumdayız çoğumuz. Ne tatil kesiyor, ne de kentin dışında yeni yaratılan yaşam mekânlarında yer edinmek… Bir yerde hata var, ama nerede diye düşünürken, tüm keşmekeşine rağmen buradan vazgeçemediğimiz noktasına geliyor ve takılıyoruz.  Sonuç olarak da, İstanbul’un zenginliğini bir turistler yaşıyor, bir de kendine zaman ayırma lüksünü edinmiş olanlar. Gerisi gündelik hayhuyun içinde savrulup gidiyorlar.