Dönülmez savaşın sabahı, vakit çok erken...

Estreya Seval VALİ Köşe Yazısı
21 Nisan 2010 Çarşamba

Babası Çanakkale’ye savaşmaya gittiğinde Yako beş yaşındaydı. Annesi, ağabeyi ve ablası ile birlikte onu yolcu etmeye gittiler. Puslu Nilüfer Çayı’nda bir briçka (6 kişinin oturabileceği at arabası), askerleri bekliyordu. Nasıl bir yer miydi Nilüfer Çayı? Bomboş... Issız bir yer. Babasının eline öyle bir sarıldı ki Yako... Bırakamıyor bir türlü. Lâfları Yako’nun ağzından âdeta cımbızla çekerek alıyorum.

“Babam giderken annem ağladı mı? Annem ağlamadı, hayır. Öncesinde yeterince ağlamıştı zaten. Babamın geri dönmeyeceği nasıl mı anlaşıldı? O zamanlar harbe giden geri dönmezdi ki. Gitmek, bir daha gelmemek demekti. Üzüldüm mü? Bilmem... Beş yaşındaydım, söyledim ya. Geceleri babamı bekler, umut eder miydi? Kim, annem mi? Annem geceleri nihayet yatabildiğinde, “Bendiço el Diyo ke kriyo estas kamas” (bu döşekleri yaratan Tanrı’ya şükürler olsun) derdi. O kadar yorgun düşerdi yani.

Ağabeyi, dayım yani, feslere püskül yapardı. Annem, bize bakabilmek için dayımın yanında çalışmaya başladı. O da, karısı da gaddar insanlardı. Sen hayatında hiç saka gördün mü? Hani ensesinde kalın bir sopa, sopanın iki ucunda birer teneke... Annem suyu öyle taşırdı.  Günde kaç kere tırmanırdı o merdiveni... Taa tepedeydi evleri. Evet, evinde feslere püskül yapardı dayım. Annem hem ona, hem de evin işlerine yardım ederdi. Yengemin tek bildiği çocuk doğurmaktı. 

Biz Yahudi mahallesinde oturmazdık. Bir sokak arkada otururduk. Bentbaşı Sokak’ta. Neden mi? Çünkü babam ancak orada ev alabilmişti. Bahçesi vardı, evet. Bütün evlerin bahçeleri vardı. Tek katlı, iki odalı. Suyu çeşmeden alırdık. Herkes gibi gaz lambasıyla aydınlanırdık. Kömürü mangalda yakar, ısınırdık. Yazın kömürlüğün kapısını açık bırakırdık. Komşunun tavuğu gelir, orada yumurtlardı. Anafor... He he he... Su küpünün içinde kurbağalar yaşıyordu. Tavan arasında kargalar yuva yapardı. Bahçede iki asma, bir incir, bir erik, bir de dut ağacı vardı.

Yahudi Mahallesi Altıparmak. Heykel ile Çekirge arasında. Bugünkü stadyuma yaklaşırken sola baktın mı, tepede.  Altıparmak’ta sahiden altı parmaklı insanlar yaşardı. Bizim sınıfta ayağında altı parmağı olan bir çocuk vardı. Üç tane sinagogumuz vardı: Geruş, Ets aHayim ve Mayor. Bursa’da insanlar sinagogda yüz yüze otururdu. İstanbul’a gelip de arka arkaya oturduklarını görünce çok şaşırdım.

Uludağ mı? Keşiş Dağı derlerdi o zamanlar. Yok, biz dağı görmezdik. Bir tek Memleket Hastanesi’ni görürdük. Bursa’nın Yunan işgalinden kurtulduğu gün, hastaneye kırmızı Türk bayrağının asıldığını gördük ve evlerimizden çıktık. Ben cama bir yeşil, bir de kırmızı bayrak astım. Yıl ya 1922 idi ya da 1923. İşgali mi?  Hissetmedik. Biliyor musun, Müslümanlardan değil, Rumlardan korkardık biz. Çocukken onlara yakalanmamaya dikkat ederdik. Sekiz-on tanesi çete gibi bir arada gezer, bizi yakaladılar mı döverlerdi. Neden mi? Bilmem... Antisemitizm... Bir de kabadayı Yahudiler vardı. Potur giyer, fes takarlardı.

Bursa’nın Yunanlılardan temizlendiği gün ağabeyim Avram evde değildi. Annem korkudan deli çıktı. Dışarıdan hep silah sesleri geliyordu. Gün kararırken çıkageldi Avram. Yüzü gülüyordu. Bir köşeye gizlenip çatışmaları seyretmiş.

Dokuz yaşına geldi mi kama taşırdı çocuklar. Hepsi. Müslümanlar kıyafetimizle alay ederdi. Onlar şalvar giyerdi, biz kısa pantolon. Bir denizci şapkam vardı. Seslenirlerdi: ‘Yahudi!  Yahudi! Şapkanı ver içine edeyim.’ Bir gün feslerini yırttılar. Şapka devrimi olmuş. Feslerini yerlere atarlarken ‘Şapkamı giymek ister misiniz?’ dedim içimden. Bir de şey derlerdi... Yahudi, kedinin ayağı kaç?

Şapka devrimi olunca, dayım işsiz kaldı. Annem de tabii. Yine de içine sinmezdi. Ekmekleri var mı? Gidip onlara ekmek götüreyim derdi.  

Mutsuzduk... Mutsuzduk çünkü çok yoksulduk. O zamanın fakirliği bugünküne benzemez. Zenginler vardı tabii. Evleri nasıl mıydı? Güzeldi... İki katlı, üç katlı... İçlerini bilmiyorum, hiç girmedim. Fabrikaları vardı. Ağabeyim on üç yaşında okulu bitirdiğinde, Bensason’un fabrikasında çalışmaya başladı. Muhasebeci bir akrabası vardı, ona işi öğretti. Ablam başka bir akrabanın ev işlerine yardım ederdi.  Ben tatilde zücaciyecide çalışırdım. Dört sene Alyans’ta okudum. Beşinci sene sınıf açacak kadar öğrenci toplayamadılar. Zenginlerin çocukları özel okula giderdi: Bizim Mektep’ti adı.

Alyansta okurken, din eğitimim için Talmud Tora’ya devam ettim.  Kıyafet ve kitap dahil, her türlü ihtiyacımızı Alyans karşılardı. Edirneli bir müdür vardı: Mardoşe Massa. Fransızca dersine gelirdi. Bizim soyadımız Valid idi. ‘Invalid’ (sakat) derdi beni derse kaldıracağı zaman. Bir gün dayanamadım.  Mösyö, dedim, sınıftaki tek Valid ben değilim ama bir tek benim babam yok, bir tek ben fakirim diye bana hakaret ediyorsunuz. Taisez-vous (susun) diye bağırdı.”

Yako’nun öyküsü böyle devam edip gider. Bir başka Dar Açı’da hayatından bir başka kesiti anlatırım belki. Evet, o zamanın yoksulluğu bugünküne benzemezmiş. Çok duydum böyle söyleyenleri. Ama bence Yako’nun asıl mutsuzluk nedeni yoksulluk değil, babasız büyümenin neden olduğu travma idi.

Bu yazıyı, vatanı uğruna her devirde can verenlerin evlâtlarına adıyorum. Saygıyla...