Adalıydım, Modalı oldum

Tilda LEVİ Köşe Yazısı
18 Kasım 2009 Çarşamba

Geçtiğimiz yıl İzel Rozental ile bir telefon görüşmemizde 2010 Kültür Etkinlikleri çerçevesinde 40 yazara İstanbul’un 40 semtini anlattırıp bunun kitaplaştırılacağını öğrenmiştim. Eski bir Modalı olması sebebiyle bu semti kaleme almak Rozental’e önerilmiş, o da sevinerek kabul etmişti. Bu konuşmanın üzerine hayli zaman geçti. TÜYAP Kitap Fuarı başladığında İzel, yeni kitabını Heyamola Standı’nda imzalayacağını söyledi. Biraz anlamsız gelmişti. 40 yazarın buluştuğu bir kitabı niye tek başına imzalayacaktı? Ertesi gün Scrikss poşeti içinde bir sürü zarf geldi. Zarftan çıkan kitabın başlığı Moda Sevgilim, yazarı ise İzel Rozental’di. Meğerse anladığımın tersine, kırk semt için kırk ayrı kitap yayınlanmış...

İzel’in daha önce yazdığı kitapları büyük keyifle okumuştum. Hepsi mizah içerikliydi. Almış olduğu Fransız eğitimine rağmen, mizah anlayışı geniş boyutludur. Yeni kitabı bir an evvel bitirmek için her saniyemi değerlendirdim. Zira bu kez mizah yazarını değil, bir ‘yazar-edebiyatçı’yı okuyacaktım.

Kitap on bir öyküden oluşuyor. Herbirinden ayrı tatlar duyumsayacağınız öyküler... Her ne kadar anlatıldığı üzere Modalı sayılmanın belli kriterleri varsa da, kitabı okuduğunuz süre içinde, kendinizi Moda’nın bir parçası olarak hissediyorsunuz. Kozmopolit bir yapıya sahip semtin sahifelere yansımış tiplemeleri çok renkli. Daryo, Gurup Apartımanı sakinleri, Doktör Bey, Bıyık Veli, Mösyö Matalon ve daha neler... ‘Moda Sevgilim’in ilk cümlesi şöyle başlıyor: Nita’ya ilk görüşte aşık oldum.” Bundan sonrasını hızla okumayı sürdürmeyecek kadın yoktur diye düşünüyorum. Ama bence daha güzeli, birkaç cümle sonraydı. “Nita’ya da, Moda’ya da olan sevgim hiç dinmedi.”

Rozental’in bu kitabı, biraz bizim neslin tanıklıklarını yansıttığı için de ilginç. Ama güncelliğini yitirmeyecek türde olduğu için edebiyat dünyasında yerini alacak. İzel’in kalemine sağlık. Kitapseverler için de yeni bir yapıt. Öneriyorum; özellikle de Modalılara.

*  * *

Pazar günü eşimle Limmud’a katılmak üzere Ulus’a gittik. İlk kez katıldık Limmud’a. Daha önce neden gitmediniz sorusuna da belirgin bir yanıtım yok. Rüya gibi bir gün geçirdiğimi söylemeliyim. Katılmanın verdiği paylaşım duygusu başlı başına bir güzellikti. Elden geldiğince çok sunuma katıldım. Katılamadıklarım için de gözüm arkada kaldı. Eşzamanlı etkinlikler arasından seçim yapmak o kadar zor ki. Pembe kattan, mor kata, -1’den -3’e merdivenleri bir indim bir çıktım. Yaklaşık her seferinde, her kata kurulan kahve, çay, bisküvi ikramından payıma düşeni aldım. Koridorlarda, yemekhanede ve kantinde uzun zamandır görmediğim dostlarla karşılaştım. Dinlediklerim kadar izleyebildiklerim de ayrı bir renkti.

Renk derken, Dan Hananel’in sergilediği fotoğraflar ilgimi çekti. Anımsadığım kadarıyla ‘insan’ başlığını takmıştı fotoğraflarına. Hangi ülkede çekildiklerini bilemeyeceğim, siyahi portrelerle giysilerin canlı fakat tezat yaratan farklılığı bir bütünlük oluşturuyordu. Her nedense resimler bana Emir Kusturica’nınÇingeneler Zamanını anımsattı.  Yönetmen orada sefilliğin içinden mutluluğu nasıl çekip çıkardıysa, Hananel de, Sudanvari portrelerde benzer bir tablo çizmiş. Çok beğendim.

Akşam eve döndüğümde çok mutluydum. Bir elimde maden suyu, açgözlülükten (ve de çok lezzetliydiler) yediğim bisküvileri, ‘çestır’ları sindirmeye çalışıyor, bir yandan yaşadıklarımı düşünüyordum.