Ben seni anlıyorum…

Eddi ANTER Köşe Yazısı
21 Ekim 2009 Çarşamba

Amerika’ya yerleştikten sonra en beklemediğim bir anda bu akşam posta kutumda 1 Ekim sayılı Şalom Gazetesi’ni bulduğumda tanımadığım bir aidiyet hissi beni dürttü. Ben bir yerlere aitmişim ve bu bana hatırlatılıyordu. Kilometrelerce uzakta, aramızda birkaç deniz ve okyanus hatta kıtalar olmasına rağmen ben halen oradaymışım haberim yokmuş. Bedenimin olduğu bu yerde ruhum ve varlığımı, kimliğimi oralarda bir yerde bırakmışım, bilmiyordum. Bana hatırlattılar. Teşekkür ederim.

 Dün gece Broward Town Center’ da Damdaki Kemancının tiyatrosuna ailecek gittik. Filmini çok uzun bir süre önce görmüştüm; bu defa çocuklarımla birlikte gidiyordum. Farkı neredeydi biliyor musunuz? Olan bitenlere bakan Bat Mizva’sını yeni yapmış kızlarımla Bar Mitzasını yakında yapacak olan oğlumun sorularındaydı. Gelenekler, alışılagelmiş huyumuz suyumuz, günlük bizi biz yapan özelliklerimizi Rusya’da geçen, kim bilir üstünden kaç sene akmış ve tanımadığımız bir ailenin üzerinden gördüklerinde, neleri nasıl yaşadıklarını hayretler içerisinde izlerken, Yahudi yaşamında kendilerinden neler gördüklerini sorguluyor ve muhtemelen yüzlerindeki tebessümde tanıdık bir şeyler buldukları kesindi. Chaim Topol’un dediği gibi bizi biz yapan geleneklerimizdir ve birbirimize olan bağlılığımızdır. Bu dünyanın neresinde olursak olalım  “ben seni anlıyorum” hissini yaşamaktır. İstanbul’da olan biten kutlamalar, ziyaretler, bayram ortamlarında çoğunuz alışılagelmiş bir adeti yerine getirirken ben uzaklarda bir yerde kıskanarak yaşadıklarınızı hazmetmeye çalıştım. Şanslısınız lütfen bunu bilin.

Yine de içinde yaşadığınız toplumun %90’ına yakını Yahudi birini hiç görmemiş ya da tanımamışa ve buna rağmen %42’si bir Yahudi’yle komşu olmak istemiyorsa, varsın olmasınlar komşuluk yapmasınlar yeter ki bizi rahat bıraksınlar, hayatımızı istediğimiz gibi yaşayalım. Bildiğimiz gibi, insanca, karşımızdakine gösterdiğimiz saygı kadar bize de yaşama alanı, nefes alma fırsatı versinler. Öyle ya da böyle bizlerden bir şekilde nefret etmesinler. Bizleri tanımadan yargılamasınlar, hatta infaz etmesinler. Bir şans tanısınlar, bizler de kendimizi gösterelim; tabii şimdiye kadar gösteremediysek. Bu topraklarda yüzyıllardır yaşamış bir dini azınlık gurubu olarak yaptığımız iyi şeyleri görsünler, okusunlar, birbirlerine duyursunlar ve sonunda da ön yargıyla hareket etmenin nasıl bir haksızlık olduğuna kendileri karar versinler.

Pepo Molinas’ın Olam Abaya gitmesinden dolayı İvo’ya baş sağlığı diliyorum. Bana sorarsanız bir çocuk babasının ölümünden sonra erkek olur, Bar Mitzvası’ndan sonra değil. Baba ilk kahraman değildir son da değildir; o sadece bir kahramandır ve hep öyle kalır. Bu sadece geride kalanların elinde olan bir şey… Öleni gömmek kolaydır; onları yaşatmaktır zor olan. Babasına “seni seviyorum” demeyen yüzlerce çocuk biliyorum. Ben de onlardan biriyim fakat babam ona olan sevgimi sadece bu kelimelerle anlayacak ya da algılayacak biri değildi. Eminin rahmetli Pepo da aynı durumdaydı. Babayla oğul arasında yılların verdiği nesil farkından dolayı sevgiyi gösterme şekli ve beklentileri hep değişiktir. Bugün aynısını ben de çocuklarımla yaşıyorum. Bana beni ne kadar sevdiklerini söylemeseler de yaptıklarıyla konuştuklarıyla bunu bana fazlasıyla hissettiriyorlar. Onlarda kendimi görüyorum, aynen bir aynada benim farklı yönlerimin yansımalarını…

 Bir dünya düşünün gözlerinizi kapatıp… Kollarınızı açabildiğiniz kadar açın ve onların yüzlerce hatta binlerce metre uzadığını düşünün. Ardından bedeninizin de yukarı ve aşağı kilometrelerce uzadığını tahayyül edin. Sonra bu kitlenin binlerce, yüz binlere hatta milyonlarca küçük “toz” zerrelerine dönüştüğünü ve her toz parçasının aynen sizin gibi düşündüğünü, gördüğünü, hissettiğini anlamaya çalışın. Olam Aba’ya yolculuk böyle bir şey olsa gerek. Milyarlarca zerrenin bir arada yaşayıp, düşünerek, hissederek sürekliliğini devam ettirmesi, sonsuza kadar… Bu her bir zerre bizleri görüyorsa bizleri hissedip anlıyorsa neden onların yolculuğu ardından üzülüyoruz anlamıyorum. Arkalarından onları hatırlamak ve hatırladığımız olayları paylaşmak adına sevdikleri klasik Türk müziğiyse neden onu hemen çalmıyoruz. Niçin o müziği kafamızda işitmek yerine onlara duyurmuyoruz? Topluma örnek olmak yerine toplumun bir parçası olmak ve acıyı tam hissederek doyasıya yaşamak daha doğru gibi geliyor.

 “Ne istersen onu yap İvo” diyen bir babanın arkasından onun sevdiği müziği çalmak onu ne kadar sevdiğini ve halen sevmekte olduğunu söylemek değil de nedir acaba?

Çal müziği, gül, eğlen çünkü hayat devam ediyor. Gidenleri unutma, tam aksine onları ve onlarla yaşadıklarını anlat ve hatırlat!!! Bırak onlar da bu şekilde yaşasın…