28. Uluslararası Film Festivali geride kaldı/ Festivalin Bilançosu

162,000 biletin satıldığı, 200 filmin her seansının dolu salonlarda gösterildiği, yılın sinema olaylarına ışık tutan festival, kapanış galasının görkemli Japon filmiyle kapılarını kapadı. En İyi Yabancı Film Oscar’ını hakkıyla kazanan “Gidişler”, ölümü felsefi açıdan yorumlayan etkileyici bir drama. Festival defterini, düş kırıklığı yaşatan ustaların filmleriyle kapatıyoruz

Viktor APALAÇİ
29 Nisan 2009 Çarşamba

Festival defterini kaparken, bu yazımızda, Lütfi Kırdar’daki Kapanış Galası’nda gösterilen görkemli Japon filmi “Gidişler”den, 28. Festivalin, sürpizli ve düş kırıklığı yaratan filmlerden ve geçer not alan yapıtlardan bahsedeceğiz.

İzlediğim 50’ye yakın film arasında beni en çok düş kırıklığına uğratanlar, çok sevdiğim üç Fransız yönetmenin filmleri oldu. Üretkenliğine hayran olduğum 80’lik çınar Claude Chabrol “Bellamy” ile, başyapıtlarını izlemeye alışık olduğumuz Bertrand Tavernier “Sislerin İçinde” ile, son 10 yılda Fransız sinemasının en iyi yönetmeni François Ozon “Ricky” ile düş kırıklığı yarattılar.

Altın Lale Ödülü’nü kazanan Şili filmi “Tony Manero”, Katalan usta Ventura Pons’un “Yabancılar”ı, Olivier Assayas’ın “Yaz Saati”, Bulgar “Zift”, Fransız “Kuduz Köpek Johnny” festivalin hoş sürprizleri arasındaydı.

 

HAK EDİLMİŞ BİR OSCAR

Festival programındaki 200 film arasında en çok merak ettiğim film, bu yılın Yabancı Film Dalı Oscar galibi Japon filmiydi.

Festivalin kapanış galasında izlediğimiz, ölümü felsefi açıdan yorumlayan etkileyici bir drama olarak hayran kaldığımız Japon filminin, Oscar’ını diğer dört adayından daha güçlü bir yapıt olarak ödülü hak ettiğini gördük.

Adını ilk kez duyduğumuz yönetmen Yojiro Takita, düşünülmesi bile rahatsız edici bir mesleğe odaklanan senaryoyu son derece yumuşak ve dengeli bir sinema diliyle işlemedeki becerisiyle hayranlığımızı kazanıyor.

Filmin kahramın Daigo (ölüleri geleneğe göre tabutlara yerleştiren) bir ölü yıkayıcısı. Bir senfoni orkestrasında çello çalarken, patronunun orkestrayı kapatmasıyla işsiz kalan, yeni evli genç adam, gazete ilanıyla bulduğu garip işi yüzünden aşağılanır, karısı tarafından terk edilir.

Yeni patronundan işinin inceliklerini öğrenen Diago, acemilik safhasından profesyonelliğe yaptığı yolculukta izleyiciyi de yanına alıyor. Japonya’nın kültür mirasına ve dini yer yer kara komediye kayan bir dram.

Ölümün bir son mu, yoksa bir başlangıç mı olduğu sorusuna felsefi açıdan yaklaşan, hiç düşmeyen bir tansiyonla işlenen, ölümün ve müziğin evrenselliği üzerine izleyiciyi düşünmeye sevkeden film, Japon insanının ölüme ve ölüye duyduğu saygıya vurgu yapıyor.

 

DÜŞÜŞTE ÜÇ FRANSIZ USTA

“Yakışıklı Serge” ile Fransız Yeni Dalga akımının temellerini atan, her yıl bir film üreten Fransız sinemasının 80’lik çınarı Claude Chabrol, festivalde gösterilen son filmi “Bellamy” ile izleyicisini şaşırtıyor. Simenon vari bir polis şefi karakterinin Gerard Depardieu’ye oynatmak amacıyla çevirdiği bu filmin hiç bir özelliği yok.

“Kumun Altında”, “ 8 Kadın”, “Havuz”, “Veda Vakti” gibi başyapıtlarla, Fransız sinemasının önde gelen genç kuşak yönetmeni François Ozon, “Ricky” ile fantastik bir öykü anlatıyor.

Sıradan olmayan durumlarla insanların nasıl başedebileceğini sınırsız bir hayal gücüyle araştıran filmin merkezindeki sıradışı ve büyüleyici olayı François Ozan inandırıcı kılamamış. Yeni doğan bir bebeğin sırtında çıkan kanatlarla uçabilmesi, bunu ailesinin normal karşılaması, fantastik bir masal havası içinde ele alınsa da, perdede inandırıcı durmuyor.

Son filmlerinden ABD’ye takılmaktan pek hoşnut kaldığını gördüğümüz Fransız yönetmen Bertrand Tavernier, prömiyeri Berlin Festivali’nde yapılan “Sislerin İçinde / İn the Electric Mist” ile karışık bir polisiyeye imza atıyor.

Loiuisiana Nehri’nde genç fahişeleri hedef alan seri cinayetleri araştıran bir dedektifi, ünlü bir Hollywood aktörünü ve yerel bir suç örgütünün başını biraraya getiren öyküsüyle film, yozlaşma, ırkçılık ve doğaüstü olaylar gibi temaları işliyor. Tommy Lee Jones, John Goodman, Peter Sarsgaard ve Mary Steenburger gibi kaliteli oyuncuların harcandığını, Tavernier’nin tükendiğini görmek üzücü.

 

ALTIN LALE’Lİ ŞİLİ FİLMİ

Altın Lale Ödülü’nü kazanan Şili’li Pablo Larrain’in “Tony Manero”su basit bir öykü aracılığıyla Şili yakın tarihi hakkında önemli şeyler söylüyor.

Bu tip filmlerin ticari sinemalarda vizyon şansının sıfıra yakın olduğunu bildiğimden, İstanbul Film Festivali’nin bu önemli işlevinin altını çiziyorum.

Şili’nin 2009 Oscar adayı olan “Tony Manero” 1979’un Santiagosu’nda geçen öyküsüyle, toplum dışına itilmiş, okuma-yazma bilmeyen, herhangi politik ya da sosyal ideolojisi olmayan, geleceğini ve kimliğini kaybetmiş bir toplumun bireyi Raul’u anlatıyor. Ufak tefek üçkağıtçılık işleriyle iştigal eden, aç, az gelişmiş, fırsatçı ve iktidarsız Raul’un maddi ve manevi açıdan zavallı durumundan kurtulmak için “Cumartesi Gecesi Ateşi” TV yarışmasını kazanma çabasını izliyoruz.

Şili’de, diktatör Pinochet iktidarı sırasındaki kuralsızlığı, polisin içine düştüğü zavallı durumu arka fonda işleyen film, kaybetmenin, takıntının, zulmün öyküsünü anlatıyor.

 

GERÇEĞİN PEŞİNDE

Eski defterleri açan Atom Egoyan “Tapınma”da terör, teknoloji, korku ve değişen kimliklerin çağında acı ve kaybı daha kişisel bir düzeyde irdeliyor.

Mısır doğumlu, 48 yaşındaki Kanada’lı yönetmen, “Ararat” (2002) filminin yaratıcısı ve Ermeni haklarının fanatik savunucu olarak, biz Türk sinemaseverlere antipatik gelebilir.

Ama bu, yönetmenin “Exotica” (1994), “Felica’nın Yolculuğu” (1999), “The Sweet Hereaffer” (1987 Cannes Jüri Büyük Ödülü) gibi başyapıtların sahibi, saygın bir sinema adamı olduğu gerçeğini değiştirmez.

Şiirsel sinema uslubuyla, Atom Egoyan her filminde söylenecek sözü olan, özgün olmayı başarabilen bir yönetmen. Cannes’da Kanada’yı temsil eden son filmi “Adoration”da, ailesini trafik kazasında kaybetmiş, dayısıyla yaşayan bir gencin öyküsünü, yine sayısız katmanlar kullanarak anlatıyor.

Atom Egoyan’ın sineması, bir senarist-yönetmenin izleyiciyi manipüle etmedeki sonsuz hürriyeti üzerine kurulu. Sinemacı gerçeğin istediği yüzünü teşhir eder, istediğini gizleyebilir. “Adoration”un müthiş sürprizli finalinde, Egoyan’ın bu becerisine şapka çıkarıyoruz.

Filmin kahramanı, 17-18 yaşlarındaki yetim, zeki lise öğrencisi Simon, vaktinin çoğunu internette geçirir. Kendisine özel bir ilgi duyan öğretmeni (her zamanki gibi muhteşem Arsinee Khanjian) çaktırmadan özel hayatına girmeye çalışır.

Çok geçmeden bunun sebebini öğreniriz. Simon’un babası öğretmeninin ilk karısıdır. Atom Egoyan, bu filmden önce, karısı ve oğlu Arshile’nin annesi, Arsine Khanjian’ın Beyrut’taki çocukluğunun izlerini araştıran bir belgesel çekmişti. Tiyatro ve sinema oyuncusu Khanjian, “Adaration”daki gizemli atmosferin sağlanmasında pay sahibi. İnsanın karşısındaki dinlemek ve anlayabilmek için çaba sarfetmesi gerçeğinin tekrar altını çizen Atom Egoyan, sinemasının karakter özelliği, aile bağlarının sorgulanması temasını, “Adoration”da da işliyor. Ayrıca, Kanada, İsrail, Lübnan üçgeninde, 11 Eylül sonrası terörizmle ilgili sorular soruyor.

Yönetmen Atom Egoyan, ailenin sırlarını aralamada pek aceleci davranmaz. Gizemli sinema diliyle filmini, taşların yerine oturduğu görkemli finale taşır.