Tarihin, bugünün ve yaşamın izinde İsrail’i gezmek

Temmuz ayında gerçekleştirmiş olduğum İsrail turunu ve tur esnasındaki izlenimlerimden oluşan yazı dizisinin ikinci bölümünü yayınlıyorum. Kuzeyden güneye doğru yolculuğumda İsrail bünyesindeki farklı kültürlerle tanışıtım. Düşündürücü sözler ve keyif veren etkinlikler iç içeydi… Yol boyunca tuttuğum notlardan oluşturduğum yazımda, gözlemlerimin yanı sıra, güncel gelişmelere de yer vermeye çalıştım

Perspektif
13 Ağustos 2008 Çarşamba

YAZI DİZİSİ -2

[email protected]

HERZL TEPESİ VE İSRAİL MECLİSİ

Yad Vaşem Müzesi’ndeki turu tamamladıktan sonra, müzenin doğusunda kalan, devlet büyükleri ve şehit askerlerin gömülü olduğu ulusal mezar, Herzl Tepesi’ne gidiyoruz. Tepe, adını Theodore Herzl’den alıyor. Herzl ve İsrail başbakanları Levi Eşkol, Golda Meir, Yitshak Rabin gibi isimlerin yanı sıra, II. Dünya Savaşı’nda Almanya ve müttefiklerine karşı savaşmak için hayatını feda eden paraşütçülerin mezarına kadar birçok şehit düşen askerin mezarı burada. Mezarların bazılarını gözetleyen güvenlik kameleri dikkatimi çekiyor. Nedeni ise, tur rehberimizin aktardığı üzere, mezarlıklara saldırma eğilimi olan insanların hâlâ mevcut olması... Herzl Tepesi ile ilgili ilginç bir nokta daha: İsrail Devleti’nin kurucusu David-Ben Gurion’un mezarı burada değil, kendisinin isteği üzerine Negev Çölü’nde yer alıyor.

Kudüs’teki son günümüzü 1966’da açılan İsrail Meclisi binasını gördükten sonra İsrail Ulusal Müzesi’nde tamamlıyoruz. 2010 yazında tamamlanmak üzere bugün tadilatta olan müzede, kısa bir tur gerçekleştiriyoruz. 1965’de kurulan müzede 10. yüzyıldan kalma Tevrat’ın parşömen yazıtları (Aleppo Codex) dikkat çekiyor ve Yahudilerin dini yaşayışlarının yüzyıllar içinde nasıl şekillendiği çarpıcı bir biçimde sunuluyor. Müze’de beni en çok etkileyen, Eski Şehrin ve II. Tapınak’ın yer aldığı maket oldu. 2000 metrekarelik alanda kurulu olan maket, 1:50 ölçeğinde ve yaklaşık 2 yıldır sergilenmekte. Batmakta olan güneşin makete yansımasını, tapınaktaki sütunların oluşturduğu gölgeleri izlemek ve bir zamanki Yahudi yaşamını hayal etmek heyecan vericiydi.

 

YOEL ÜLÇER ANISINA

Çarşamba sabahı İsrail’in kuzeyine doğru yola koyuluyoruz. 15 Kasım 2003’te İstanbul’da sinagoglara düzenlenen terör saldırısında kaybettiğimiz Yoel Ülçer’in anısına Atatürk Ormanı’nda yapılan korudaki anıtı ziyaret ediyoruz.

Geçmişe bakıp “keşke” ile başlayan cümleler kurmamak elde değil... İnsan, üzüntüden kaçmaya ve benliğini korumaya çalışan bir varlık. Her gün nice insan dünyamızdan ayrılırken, bu ayrılıkların yansımaları yaşanıyor. Önce kaybedilen kişinin ailesi, ardından dostları, yakınları ve çevresi belli derecelerde etkileniyor. Genç yaşta ve trajik kayıpların etkisi ise daha farklı ve daha acı yaşanıyor. Bu noktada zamanın acıları dindirdiği bilinir; ama bunun karşılığında “unutmak” bir bedel olmamalı... Yoel Ülçer’i anmaya devam edeceğiz ve inanıyorum ki zaman, bu sefer yanımızda durup, iyi olanı yaratmamıza destek olacaktır. Nasıl mı? Bunun örneğini yazımı tamamlarken vereceğim.

 

DÜRZÜ EVİ’NDE

İsrail turunda yer yer farklı etnik gruplarla da karşılaştık. Bunlardan biri Dürzüler, diğeri ise Bedeviler’di. Atatürk Ormanı’ndan ayrıldıktan sonra, Dürzü topluluğunu Dürzü Evi’nde daha yakından tanıma olağını buldum. Bize, Dürzü inancını, gelenek ve göreneklerini, aile ve toplumsal yaşamlarını anlattılar. İçine kapalı bir şekilde yaşayan Dürzüler, ülkelerine bağlı birer İsrail vatandaşı... Askerlik yapıyorlar, ordu ve güvenlik teşkilatında yer alıyorlar ve devletten tam olarak bekledikleri ilgiyi göremeseler de konumlarından oldukça memnunlar. Öğrendiklerim beni son derece düşündürüyor. Öte yandan seminer sonrası grubumuza sundukları ziyafetin tadı hâlâ damağımda...

 

KUZEY COĞRAFYASI ve SU

Tiberya’ya varmadan önce yüksek bir tepede duruyor otobüsümüz. Oradan Golan Tepeleri’ni, Kineret Gölü’nü seyrediyor, bölge topografisini inceliyoruz. Çıktığımız tepenin önemi güvenlik büyüktü. Bir zamanlar diğer Yahudi yerleşimlerine tepelerde yakılan ateşler aracılığıyla haber verilmiş bayramların geldiği...  Osmanlılar, 1492 İspanya Sürgünü sonrası bir grup Sefarad Yahudilerini bu tepenin çevresindeki topraklara, Tsfad şehrine yerleştirmişler. Yahudiler burada kumaş işçiliği yapıp, ekonomiyi canlandırmışlar. Tsfad günümüze kadar uzanan dini bir eğitim merkezi aynı zamanda.

Bugün, küresel ısınmadan İsrail de nasibini alıyor; kuzeydeki Kineret Gölü, tur esnasında gazetelerden okuduğum üzere, “kırmızı” sınırın altına inmiş durumda ve su kaynaklarının tükenmesi her gün ciddiyeti artan bir sorun. Tiberya’ya tepelerin ardından batan güneşin kızıl-turuncu renkleri eşliğinde varıyorum. Bu enfes renkler Pazar akşamı Negev Çölü’nde Bedevi Çadırı’na giderken de bana eşlik edeceklerdi...

 

SUSAN’DAN II. LÜBNAN SAVAŞI

Perşembe sabahı erkenden İsrail’in en kuzeyine dek yola devam ettik;  Lübnan-Suriye sınırı ile Hizbullah’ın kamplarının bulunduğu sınıra 1 km uzaklıktaki Kibutz Misqav-am’a vardık. Sınıra, özellikle Hizbullah’ın kamplarına böylesine yakın bir yere gitmek kaygı vermedi değil. Uzun yıllar önce California’dan İsrail’e göç ederek Kibutz Misqav-am’a yerleşen Susan, bize kuzey coğrafyasının köklü tarihinden İsrail’in bugünkü durumuna kadar uzanan geniş bir yelpazede bilgiler verdi. II. Lübnan Savaşı sırasında kibutzdaki yaşamı, savaşı birebir izlediği üzere aktardığı tecrübeleri hem ürkütücü hem de son derece ilgi çekiciydi. Susan’dan etkilendiğimi ve onu dinlediğim zaman diliminin İsrail turunun en keyif aldığım ve en entelektüel saati olduğunu belirtmek isterim.

 

RAFTING’DEN GOLAN’A

Güneş tepeye doğru tırmanırken sıra doğa ile iç içe olmakta. Yeşillikler içinde bir arazide öğle saatlerinde yürüyüş yapıyoruz. Oldukça yorucu bir yolu kat ediyorum; ama değiyor. Öyle ki yolun sonunda vardığımız şelale ve onun mavi-yeşil tonları tam bir görsel ziyafet. Hazır suyla buluşmaya başlamışken, kısa bir mesafe uzaklıkta yer alan nehirde “rafting” yapmaya gidiyoruz. Hayatımda ilk kez rafting yapacağım üzere heyecanlı, hatta stresliydim, ta ki ne kadar sakin bir nehirde olacağımızı görene dek. Yavaşça akan nehre bırakıyoruz kendimizi; ama esas akıntı zamanın kendisi. Hızla geçip giderken, akşamüzeri Golan Tepeleri’ne varıyoruz.

Golan Tepeleri’nin büyük bir stratejik önemi var; İsrail’in, Suriye, Lübnan ve Ürdün arasında sınırını teşkil ediyor. İsrail bu tepeleri 1967 Altı Gün Savaşı’nda Suriye’den aldı ve 1973 Yom Kipur Savaşı’nda savundu. Son dönemde İsrail ile Suriye arasında barış anlaşması olasılığı gündemde ve Golan Tepeleri de bu olasılık çerçevesinde stratejik önemini koruyor. Bizlerse, tepede askerlerin savaş esnasında sığınak olarak kullandıkları bölümlerini ziyaret ediyor ve savaşın hangi fiziki koşullar altında sürdürüldüğüne tanık oluyoruz. Ayak bastığımız bu tepeler “savaş” kelimesi ile birleştiğinde bir ağırlığı ve ciddiyeti taşıyor. “Özgür” bireyler olarak geliyoruz dünyaya; ancak dünyanın kendisi ne denli özgür bir yerde?... Sorular ve göz ardı edilemeyecek sorunlar, tüm insanlığı izliyor.

MASADA KALESİ VE ÖLÜ DENİZ

Kuzeydeki turumuzu tamamladığımız üzere, Cuma güneye, İsrail’in en güneyine yolculuk günü... Tatil için, kavuran sıcaklık hariç, son derece ideal bir şehir olan Eilat yolundayız. Yol üzerindeki duraklarımızsa Masada Kalesi ve Ölü Deniz.

Yeuda Çölü’nün doğu sınırında, Ölü Deniz’i gören Masada Kalesi, ilk Roma-Yahudi Savaşı’nın ardından tanındı. Günümüzde oldukça popüler bir turistik mekân olan kale, aslında hazin bir öykünün ev sahibi. Roma işgaline karşılık, uzun süre direnen kaledeki Yahudiler, savaşı kaybedeceklerini kabullendiklerinde yaşamlarına toplu olarak son verirler. Aslında Masada Kalesi’nin öyküsü oldukça detaylı ve kalenin önemi ile düşündürdükleri Yahudi tarihinden farklı bir kesiti sunuyor.

Kaleye varış saatimiz öğlen suları ve hava sıcaklığı 45 derecenin üzerinde... Müzenin girişinde ressam Anne Rakower’in tabloları ziyaretçileri karşılıyor. Teleferikle yukarıya çıkıyoruz. Bir yandan kalenin tarihini öğrenirken, öte yandan kalıntılar üzerinde tarihi canlandırmaya çalışıyorum zihnimde; fakat pek de başarılı olduğum söylenemez. Nedeni ise hava sıcaklığına alışık olmayışım ve ne kadar su içersem içeyim hissettiğim rahatsızlık.

Masada’dan sonra Ölü Deniz’de bir süre dinleniyorum. Deniz seviyesinin 420 metre altında olan Ölü Deniz, adını içinde hiçbir canlı barındırmamasından alıyor. Zira tuz oranı ortalama %30 olup, dünyanın en tuzlu ikinci denizidir. Kimyası ve doğası, kistik fibroz ve psöriyazis gibi hastalıkların tedavisine olumlu etki etmekte, denizden elde edilen ürünler İsrail ekonomisine katkı sağlamaktadır. Küresel ısınma sonucunda, deniz seviyesi yılda 1 metre kadar düşmektedir.

Dünyanın ikinci en tuzlu denizine gireceğimiz üzere dikkatli olmamız için uyarılıyoruz. Suya ayağını sokmanızla bir yanma hissi başlıyor ve vücudunuzun neresinde yaraların var olduğunun hemen ayırdına varıyorsunuz.

 

RAV NAFTALİ HALEVA İLE GELENEKSEL BİR ŞABAT

Cuma akşamüzeri güneş batarken, Yahudilik için kutsal olan yedinci gün, dinlenme günü Şabat doğuyor. Oldukça sevgi ve saygı duyduğum ravımızın eşliğinde, geleneksel bir biçimde karşılıyoruz Şabat’ı. Eilat’ta dinlenerek geçirdiğimiz güne eşlik ediyor kendisi. Yemekten sonra soru yağmuruna tuttuğum Rav, hepsini içtenlikle yanıtlıyor. Kendisi İstanbul’daki yaşamımızı, sorunlarımızı ve biz gençler yakından tanıyor...

Ertesi akşam Elat açıklarında Kızıl Deniz üzerinde bir vapur turu yapıyoruz. 40 derece sıcaklıkta ara ara esen rüzgâr gibisi yok... Vapurda bizlere Macaristan’dan gelen bir grup eşlik ediyor. Onlarla, Türkiye ve Macaristan üzerine bir sohbete dalıyorum...

 

%60 ÇÖL VE BEDEVİ ÇADIRI

İsrail topraklarının %60 kadarını çöl oluşturuyor. Negev Çölü haritada cömert bir yer kaplıyor ve her zaman bir çöl tecrübesini yaşamak istemiştim. Belki bunda Paulo Coelho’nun “Simyacı” adlı romanı etkili olmuştur. Çölü bir maceraya dönüştürmek isterdim; ama çölde kayda değer görülecek az yer olduğunu kısa zamanda anlıyorum.

Negev, farklı kaynaklara göre “kuru” ve “güney” anlamlarına gelmekte. Günümüzde Negev’de 380 bin kadar Yahudi ve 175 bin Bedevi yaşamakta. En büyük şehir Beerşeva olup, birçok yeni şehir gelişmekte (Dimona, Arad, Mitzpe Ramon). Sadece Yahudi değil, Bedevi yerleşimleri de (Tel as-Sabi, Rahat) Negev’de yer almaktadır. Birçok kibutzun bulunduğu çöl, emekliliğe ayrıldığında David Ben Gurion’un da evi olmuştu.

Şansımıza havanın bir parça daha az sıcak ve hafif de olsa rüzgârın estiği bir Pazar günündeyiz. Tepeler, rüzgârın ve nadir de olsa yağan yağmurun etkileriyle şekilleniyor. Kızıl Kanyon’da demirin verdiği kızıl renge karşı ara ara gülümseyen yeşil çalılıkları gördüm. Aradığınız takdirde farklı renklerde kumlara da dokunabiliyorsunuz çölde. Dolaştığımız alandaki sarp geçitler ve tırmandığımız kayalıklar tedirginlik yaratsa da bir kez yolu güvenle kat ettikten sonra geriye dönüp bakmak daha eğlenceli oluyor.

Bedevi, Arapça’da “Çöl sakini” demek. Bu göçebe hayatın mensupları geçimlerini hayvancılık ve ticaretten sağlıyorlar. Suyun nerede yer aldığı ve çöldeki hava değişimi konusunda son derece bilgililer. Günümüzde Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki Bedeviler nüfusun %10’unu oluştururken; yaşam büyük ailelerle çadırlarda sürüyor.

Kimi arkadaşların, akrep ve böcek korkusuna karşın geceyi geçireceğimiz Bedevi Çadırı’na varıyoruz. Oldukça geniş bir alana kurulu, tuvaletin temiz ve su ile elektriğin yer aldığı, teknolojik denilebilecek bir Bedevi Çadırı’nda bizi içtenlikle karşılıyorlar. Çay, kahve ikram eden çadır sakinleri, bizi yaşamları hakkında bilgilendiriyorlar.

Çadırımda bir köşeye yerleşmek üzere ilerlerken çöl rüzgârını hissetmeye başlıyorum. Sıcak bir günün ardından enfes bir rüzgâr çıkıyor.

Akşam yemeği için yer sofrası kuruldu ve Bedeviler cömertlikleriyle bizi kuşatıyor. Ben ve arkadaşlarım İnci, Melda ve Enis tadını çıkarıyoruz o güzel anın... Gece ateş, müzik ve danslarla karşılanırken, bu güzel anıları kelimelere ve cümlelere dökmem gerektiğini biliyorum.

Çadırda uyku tulumu ile birbirimize alışabilmemiz zaman alıyor. Sabahleyin yine de güne dinç bir şekilde başlamayı başarabiliyorum. Bedevi Çadırı’ndan ayrılırken bir küçük not daha... Bugüne değin hayatımda yediğin en güzel şeftali çölün ortasındaki anılarda saklı kalacak gibi görünüyor...

 

REVİVİM’DEN YAFO’YA

En güneyde yer alan Eilat’tan, kuzeye, Tel-Aviv’e ilerlerken çöl geride kalmadan, İsrail’in Negev’deki ilk kibutzlarından biri olan Kibutz Revivim’de duruyoruz.

1943’de kurulan Kibutz Revivim’in tarihini bizlerin de katılımcı olduğu küçük bir tiyatro oyunuyla öğreniyoruz. Önceleri bir mağarada başlıyor hayat, tarım aletlerinin ve daha çok insanın gelmesiyle gelişiyor kibutz. İngiliz Mandası altında kibutzun sakinleri hem aşçı, tarımcı, inşaatçı hem de kadın-erkek asker... İsrail’in kuruluşunun ayrıntılarını biraz da kibutzlardan öğreniyorum. Revivim’deki acı-tuzlu suyla yetişen zeytin ağaçlarına bakarken, İsrail’in çölü nasıl yaşanılabilir bir ülkeye dönüştürdüğüne birebir tanık oluyorum. Bugün o eski tarım araç-gereçleri, mutfak malzemeleri, yatakhane bir müzeye dönüştürülmüş; zeytin ağaçlarından elde edilen yağsa ödüller kazanıyor.

Çöldeki yorucu güneşin ardından turun son günlerini geçireceğimiz Tel-Aviv’e doğru devam ediyoruz. Bat-Yam’daki otelimize yerleşmeden önce, Yafo’yu geziyoruz. Bu antik liman kentinin dünyanın en eski kentlerinden biri olduğuna inanılıyor. Eski sokakları gezerken, bir Napolyon heykeli ile karşılaşıyoruz ve 1799’da Napolyon’un bu kenti yakıp yıktığını öğreniyoruz. Günümüzde yeniden inşa edilen eski şehir, yoğun turist akınına uğruyor. Bir yandan sahil şeridi boyunca yükselen Tel-Aviv gökdelenlerini izlerken, Yafo’da Sultan II. Abdülhamit’in tahta geçisinin 25. yıldönümü onuruna 1906’da yapılan saatli kuleyi selamlıyorum.

Haftaya devam edecek…

FOTOĞRAFLAR

(*) David Ojalvo

(**) Sabih Erdemanar