Diaspora Yahudileri / Osman İmparatorluğu'nda Yahudiler

Avrupa Fransız ihtilaline hazırlanırken, Türkiye Yahudiliği’nin, siyasal ve sosyal açıdan koyu bir karanlığa gömülmüş olduğunu görüyoruz. İspanya Yahudileri’nin getirmiş oldukları kültürel servet adeta hiç işlenmeden “yenmiş” görünmektedir.

Sara YANAROCAK Kavram
16 Temmuz 2008 Çarşamba

Gerçekten de, 18. yüzyılın eşiğinde önemli bir eğitim krizi geçirmekte olan Türkiye Yahudi cemaatlerinin, dinsel icapları yerine getirecek kadar dahi İbranice bilmedikleri ortaya çıkmaktadır. İbranice yerini İspanyolca’nın klasik şekline dayanan Ladino’ya bırakmış ancak bu dilde ne bir eğitim sistemi, ne de bir edebiyat geliştirecek ortam yaratabilmişti. Daha sonra inceleyeceğimiz Meam Loez edebiyatı da bu ihtiyaçtan doğmuştur.

17. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudi Yaşamı

Bu dönemde imparatorluğun değişik köşelerinde cemaatler değişik koşullar altında yaşamıştır. Selanik ve İstanbul genel duraklama havasına ayak uydurmaya çalışırken, İzmir bir “ticaret ve sanayi” patlaması yaşamıştır. Nitekim iki büyük merkezden birçok Yahudi ailesi, daha verimli bir yaşam aramak için İzmir’e göç etmiştir. Bu arada Bağdat Yahudi Cemaati gergin bir dönem yaşamış, İran işgali altına girmiş ve kentin Osmanlı İdaresinin iadesinde faal bir rol oynamışlardır. Osmanlıların kenti geri aldıkları 16 Tevet 5399 (1638) Bağdat Yahudileri taafından “Yom Nes” (Mucize Günü) ilan edilmiştir.

Prof. Galante’nin yayımlamış olduğu bazı belgeler, bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudi yaşamı hakkında zamanımıza ilginç bilgiler aktarmaktadır. Örneğin 1694 yılında II. Ahmet’in çıkarmış olduğu bir ferman, Hacı İsa yani Hasköy’de bir yangından zarar gören üç sinagogun, İstanbul’un alınması sırasında Yahudilerin Osmanlılarla işbirliği yapmalarına karşılık Fatih’in çıkarmış olduğu bir fermana istinaden, imar edilmelerine izin vermiş olduğunu göstermektedir. Bundan da, ikibuçuk asır önce Fatih Sultan Mehmet’in çıkarmış olduğu bir fermanın gücü ve Osmanlı idaresinin, Yahudilerin İstanbul’un alınmasında oynamış oldukları rolü unutmamış olduğu sonucu çıkmaktadır. (Galante, Byzance sf. 31)

Bir başka ilginç ferman, Yahudilerin esir satın alamayacaklarıyla ilgilidir. 1605 yılında 1. Ahmet tarafından çıkarılan bir emirde “Kızılbaşlar, yabancı elçiler ve Yahudilerin” esir satın alamayacakları belirtilmekte ve bu şekilde 1559’da Kanuni Sultan Süleyman’ın çıkarmış olduğu bir ferman teyit edilmiş olmaktadır. (Galante / Documents sf. 43).

Burada sadece Yahudilerin esir satın alamayacakları söz konusu olmamakla birlikte, Yahudilerin evlerine köle almalarının 16. yüzyılda, bu kölelerin zorla Yahudiliğe geçirilmiş oldukları iddiasıyla yasaklanmış olduğunu hatırlamak gerekir.

Bu dönemle ilgili olarak elimizde bulunan en ilginç belgelerden biri, 4. Mehmet’in (Avcı; 1648-87) bir Yahudi hamala “arkalık” takma izni (!) vermiş olduğunu gösteren belgedir. O zamanlar, Yahudi hamallar ağır eşyaları çıplak sırtlarında taşırlardı; “arkalık” (semer) kullanmak” Müslüman hamalların imtiyazıydı. Fransız seyyahı Thevenot’un 1655’te Doğuya yapmış olduğu seyahatten sonra yazdığı anılara göre, 4. Mehmet, Edirne civarında avlanırken bir Yahudi hamaldan yardım görmüş ve bu yardıma karşılık, gayrimüslim hamallara yasak olan arkalığı takmasına izin vermiştir.

Osmanlı’da uzun seyahatler yapmış olan Hıristiyan misyoneri Michel Febure, 1682 yılında yayımlanan anılarında Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Yahudiler hakkında bilgi vermiştir. Febure Osmanlı’da iki tür Yahudi yaşadığını yazmıştır. Yerliler (Bizanslı Yahudiler) ve yabancılar (İberyalı göçmenler). Hıristiyan misyonere göre, bu iki kesim arasında hem giyim, hem de dinsel icraat bakımından farklar vardı. Bundan da anlaşılan, İberyalı göçmenlerin gelmesinden 200 yıl sonra iki cemaat arasındaki farkların korunmuş olduğudur.

18. Yüzyılda Osmanlı Yahudileri

Sözünü ettiğimiz dönemde, bir önceki yüzyılın, Yahudi liderlerine benzer güçlü kişiler yetişmemiş olduğundan, cemaat ile Bab-ı ali arasında ilişkiler hemen hemen kesildi. Bazı Yahudilerin sarayla ilişkilerini korumuş oldukları sabit olmakla birlikte, cemaatin saray nezdindeki etki ve kredisi önemli ölçüde azaldı ve bu durum, Osmanlı yönetiminin bazı Yahudi aleyhtarı fermanları yeniden yürürlüğe koymasında yansıdı.

Örneğin, 1702’de Sadrazam Daltaban (Mustafa) Paşa Yahudilerin ve Hıristiyanların sarı ayakkabı ve kırmızı kalpak giymelerini yasakladı ve bu azınlıkların yalnız siyah renkte şapka ve ayakkabı giyebileceklerini tespit etti. 3. Ahmet’in 1728’de çıkardığı bir fermana göre İstanbul’da Yeni Camii yakınlarında, Balıkpazarı çevresinde oturan Yahudilerin evlerini boşaltıp, başka bir mahalleye taşınmaları emredildi, ancak emir kısmen uygulanabildi. Osman zamanında, Yahudilerin 6 metreden yüksek ev inşa edemeyecekleri yolundaki eski bir ferman yeniden yürürlüğe kondu. (Müslümanlar için 8 metre).

1730’da 3. Ahmet kavukçuları bir emir göndererek, kavukları Yahudilerin giydikleri başlığa benzer şekilde dikmemeleri için uyardı. (“İstanbul kavukçuları... Allah korusun, Yahudilerin giydiklerine benzeyen başlıklar dikiyorlarmış”)

Bu dönemde, anlaşıldığı kadarıyla, Osmanlı idaresinin Yahudilere karşı tutumunda, azınlık yaşamını düzenlemeye dönük idari tedbirlerin ötesinde bir sertlik belirdi. Hatta, Osmanlı tarihinde ilk kez, Müslüman merciler Yahudilere bir kan iftirası yönelttiler (genel olarak kan iftirası Hıristiyanlar tarafından başlatılırdı). 1715’te Sadrazam Damat İbrahim Paşa, üç Yahudi’yi, bir Müslümanın (Kahya Bey) küçük oğlunu şekerleme verme yoluyla kandırarak evlerine çektikleri ve amaçlarının çocuğun kanını alıp “hamursuz” yapmak iddiasını doğruluğunu araştırmadan kabul etti ve üç Yahudi’yi derhal idam ettirdi.

Daniel de Fonseca

Bununla birlikte, Osmanlı Sarayı’nda Yahudilerin oynamış oldukları siyasal ve diplomatik rol tümden ortadan kalkmadı. Gerçekten de, Portekiz asıllı Daniel de Fonseca (1672-1740) bir dönemde, özellikle Osmanlı-İsveç ilişkilerine karıştı.

Daniel de Fonseca, Portekiz’in Oporto Kenti’nden, Engizisyon baskısını yakından hissetmiş bir konverso ailesindendi. Büyükbabası yakalanarak idam edilmişti. Babası, auto-da-fe (ateşe atılmak) cezasına çarptırılmaktansa Portekiz’nden kaçmayı tercih ettiğinde, Daniel kentte kalmış ve Hıristiyan olarak büyütüldüyse de, belli bir yaştan itibaren gizlice Yahudiliğe dönmüştür.

De Fonseca, bir ihbar sonucu Engizisyonunun takkibatına uğrayınca Fransa’ya kaçtı, orada tıp okudu. 1702’de Osmanlı’ya gelerek, burada kısa sürede doktor olarak büyük ün yaptı.

İsveç kralı 12. Charles 1709’da Rus ordularına Poltava’da yenildikten sonra Ruslara karşı kendi yanına çekmek için giriştiği müzakerelerde de Fonseca’nın aracılığından yararlandı.

Gerçekten de, İstanbul’a birçok kez yolladığı temsilcisi kont Poniatowski, o sıralarda 3. Ahmet’in özel doktoru olan de Fonseca ve bir Yahudi kadını ile ilişki kurdu. De Fonseca ile sözkonusu Yahudi kadın aracılığıyla kont Poniatowski, Valide Sultan’a 12. Charles sorununu iletti ve Padişah’ın annesinin ilgisini çekmeyi başardı.

Ne var  ki de Fonseca ve Yahudi kadının, Valide Sultanı ikna etmeleri, Osmanlı Devleti’nin bu soruna ilişkin tutumunu değiştirmeye yetmedi. De Fonseca Osmanlı başkentinde, Avrupa Devletleri’nin çıkarlarını korumuş, Avusturya’ya karşı Fransa’yı tutmuştur. Macar isyancılarla gizlice mektuplaşmıştır. 1727’de İstanbul’daki Fransız bakanı Maurepas, de Fonseca’ya gizli bir mektup yazmıştır. Bunun üzerine de Fransa, Osmanlı başkentine, büyükelçi olarak bir marki yollamıştır. (Hammer C.14 s. 159).

De Fonseca Fransa’ya geçti Paris’e yerleşti ve son yıllarını orada yazar ve düşünürler arasında geçirdi. Kendisini şahsen tanıyan Voltaire, Fonseca’nın 12. Charles olayındaki rolünü yazarken, Portekizli doktordan “belki de ulusunun tek filozofu” olarak söz eder.

devam edecek...