Diaspora Yahudileri / 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudi Yaşamı

Osmanlı Devleti’nin 100 yıl kadar devam eden Yükselme Devri, 16. yüzyılın sonlarına doğru ilk tereddüt belirtileri gösterdi ve devlet 17.yüzyılın başlarından itibaren tam anlamıyla duraklamaya başladı. Yavuz Sultan Selim’in kurduğu Yeniçeri disiplini bozuldu ve bu birliklerin aşırı maddi taleplerini izleyen İsyan belirtileri Osmanlı tahtını sarsmaya kadar gitti. Sipahi kesiminde mevcut olan feodal toprak sistemi önemli ekonomik unsurlar içerdiğinden, burada da yozlaşma başgösterdi

Sara YANAROCAK Kavram
18 Haziran 2008 Çarşamba

16. yüzyılda Yahudiler Osmanlı impatarloğu sınırları içinde, Avrupa’daki dindaşlarının yaşamış oldukları baskı ortamından çok değişik ve liberal koşulllar altında verimli bir yaşam sürdürmüşler, İstanbul, Selanik ve Safed’de Yahudi dünyasının merkezi haline gelen ekoller oluşturmuşlardır. Bununla birlikte Osmanlı idaresi altında Yahudi yaşamı incelenirken, burada bir azınlıktan bahsedildiği ve topyekun toplumsal perspektif gözden kaçırılmamalıdır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudiler, yasal açıdan, hükümdarın himayesinde bulunan, bu himayeye karşılık özel vergiler ödenen ve genel olarak çoğunluk Müslüman toplumdan aşağı statüde tutulan bir cemaat görünümündeydiler. Örneğin Yahudiler dahil bütün gayrimüslimlerin giyim şekli fermanlarla düzenlenir, gayrimüslimin Müslüman gibi giyinmeleri önlenmeye çalışılırdı. Yahudiler zaman zaman bu fermanları tartışma konusu ederler, uygulamasını önleme atılımlarında bulunurlar, resmi merciler de bu emirleri her zaman uygulamazlardı. Giyim dışında birçok konuda bazen Yahudiler lehinde, bazan aleyhinde kararlar çıkarırlar, ancak anlaşıldığı kadarıyla aleyhte kararlar Yahudi düşmanı bir eğilimle olmaktan çok idari düzenlemeler icabı alınırdı.

Öte yandan 16. yüzyılda Türk toprakları dahilinde kan iftirası da görülmüştür. Hıristiyanların Yahudilere yöneltmiş oldukları bu iftira, Yahudilerin, Hıristiyan inançlarına göre Hıristiyan çocukları kaçırıp kurban ettikleri ve kanlarıyla çeşitli ayinler ya da hamursuz (matsa) yaptıları şeklindeydi. Avrupa’da yüzyıllarca yaygınlığını koruyan bu iftira çok hadis de olsa Osmanlı topraklarında da görülmüş ve Osmanlı mercileri, bu türden iddialarla Yahudilere saldıran Hıristiyanları cezalandırmakta gecikmemiş, halka bu yolda sert fermanlar çıkarmıştır. Kanuni Sultan Süleyman zamanında Amasya’da patlayan kan iftirası, Kanuni’nin oğlu Şehzade Mustafa’nın bölge valisi olduğu zamana rastlar. (1530-1545 yılları arasında). Bu sıralarda bir Ermeni kadını küçük bir Hıristiyan çocuğun Yahudiler tarafından kesildiğini gördüğünü iddia etti. Bunun üzerine birkaç Yahudi yakalanarak “suçlarını itiraf edene kadar” işkence gördüler ve idam edildiler. Katledildiği iddia edilen küçük çocuk ortaya çıkınca, yerel Osmanlı mercileri aldatıldıklarını gördüler ve kan iftirasını yayan Hıristiyanları idamla cezalandırdılar. Olay bir kez daha Tokat’ta meydana gelince, Kanuni’nin doktoru Moşe Hamon Padişah’tan Kan iftirasına karşı bir ferman aldı. Bu önemli ferman, bu gibi iddialarda bulunan kişilerin şikayetlerini bölge mahkemelerinde değil, padişahın divanına getirmelerini öngörmüştür. Ferman kaybolmuş olmakla birlikte, varlığı bir Osmanlı belgesinde zikredilmektedir.

Fermanda: “Bu cemaat bana vergi ödediğinden üyelerinin saldırıya veya herhangi bir haksızlığa uğramalarını istemiyorum... Fermana riayet etmeyenler, cemaatin işine karışanlar, bu cemaatten olanları yargılayanlar veya bunlara saldıranları cezalandırılacaktır. Bu ferman düzeltilmeyecek veya değiştirilmeyecektir. (27 Aralık 1553)

 

Osmanlı Yahudileri’nin Duraklama Devri

Duraklama imparatorluğun belki de aşırı genişlemesinin sonucuydu. Osmanlı Devleti artık, ordusunun ve idari sisteminin hakim olabileceği en geniş sınırlara eriştiğinden, yeni fetihlerin sağlayacağı gelir kaynakları bir anda ortadan kalkmış, çok kısa süre içinde oluşan imparatorluk, yetenekli idareciler yetiştirmeye vakit bulamamıştı. Bunun sonucu olarak beliren ekonomik zorluklar vergi toplama ve fethedilen ülkelerin genel kaynaklarını hakim sınıfa yöneltme yoluyla halledilmek istenmiş, bu durumda şiddetli huzursuzluk, hoşnutsuzluk ve isyanlara yol açmaya başlamıştı.

Bütün bu zorluklara paralel olarak idareci kesimin içinde yaşadığı zenginlik, huzursuzluğu körükleyen başlıca nedenlerden biri oldu. Doğal olarak az sayıda da olsa ticari yetenekleri sayesinde zengin olan Yahudilerin göze batmaları kaçınılmazdı.

Hatta belirtildiği üzere Sultan 3. Murat, Yahudi kızlarının pahalı elbiseler giyip, değerli taşlarla süslendiklerini öğrenince, bütün Yahudileri katletmek istemiş, bazı etkili Yahudilerin Valide Sultan nezdindeki girişimleri sonucu fermanın uygulanması durduruldu ancak Yahudilerin giyimini düzenleyen ve kavuk yerine uzun ve sivri külah takmalarını mecburi kılan bir emrin çıkması önlenememiştir.

Sultanı öfkelendirmemek ve muhtemel bir soykırımı önlemek için, İstanbul Yahudi cemaatlerinin liderleri, dindaşlarına daha mütevazı yaşamalarını telkin etmiş, cemaat hahamları, kadın ve gençkızların sokaklarda pahalı giysiler ve ziynet eşyasıyla dolaşmalarını emreden bildiriler çıkarmışlardır. 4. Murat zamanında (1623-40) devlete ödenen yıllık bir vergiyi resmi mercilere teslim etmek üzere İstanbul’a gelen Selanik Yahudi cemaatinden bir heyetin başkanı Rabi Yehuda Kovo, basit bir nedenden padişahın emriyle idam edildiğinde, cemaat içinden bu kararı durduracak etkiye sahip bir Yahudi bile mevcut değildi.

Görüldüğü gibi 17. yüzyılın hemen başından itibaren Osmanlı Yahudiler, kelimenin tam anlamıyla “aniden” bir Duraklama Dönemine girmişlerdir ki bu sadece, imparatorluğun duraklamaya başlamasıyla izah etmek mümkün değildir. Gözönünde tutulması gereken önemli bir unsur, önceki yüzyılda yaşamış olan Yahudi liderlerin tutumudur. Nasi’yi ele alalım: Avrupa’nın en önemli hükümdarlarıyla yakın tanışıklık, hatta dostluk ilişkileri olan Yasef Nasi, Bab-ı alide bugünkü anlamda olmasa bile önemli ölçüde, maliye ve dışişleri bakanı seviyesine yükselmiştir. Buna karşılık sosyal yönde hiçbir atılımda bulunmamış, Yahudi cemaati içinde bir liderlik geleneği oluşturmayı belki aklından geçirmemiştir. Geçirmiş olsa bile, bunu uygulamaya koymak amacıyla harekete geçmemiştir. Tarihçi Franco’nun da vurguladığı gibi “Nasi Yahudilikte kalıcı bir şey bırakmamıştır.” O zamanlar belli bir servete sahip her Yahudi gibi, Kireçburnu’ndaki köşkünde küçük bir yeşiva kurmuş ancak burada sosyal, siyasal nitelikte olmaktan çok, sadece dinsel olan bir faaliyet türü gerçekleştirmiştir.Nasi Tiberya’da, Naksos ve çevresindeki adalarda ve hatta Kıbrıs’ta engizisyon zulmüne maruz kalan Yahudiler için koloniler kurmak üzere faaliyette bulunmuş ve Yahudi tarihine Herzl’den 4 asır önce eylemci anlamda Siyonizmi sokmuş ancak Herzl’in aksine bir program yazmamış başka bir deyişle gelecek kuşaklara bir rehber bırakmamıştır.

Bununla birlikte, Nasi’yi eleştirirken tarihsel perspektife hakkıyla bakmak gerekir. Şurası gerçektir ki Herzl’i eylemci siyonizm programı “Yahudi Devleti”ni yazmaya iten nedenler 16. yüzyılda mevcut değildi. Engizisyon zulmüyle, 19. yüzyılın Romantik Antisemitizmi ve Rus Pogromları arasında önemli farklar vardı. Üstelik Osmanlı Yahudileri o sıralarda dünyanın en rahat yaşayan cemaatiydi. Bu nedenlerden Nasi, Siyonist eyleme yön veren bir program bırakmadığı gibi tarihsel bir fırsat kaçırmış olan Yahudileri İsrail ülkesine geri getirmek yolunda atmış olduğu adımlarla İsrail tarihinde önemli bir yer edinmiştir. 

Yahudi lideri durumunda olan Osmanlı Yahudi Cemaatleri’nin duraklamaya girmesinin nedenlerinin temelinde demek ki, liderlik sorunu yatmaktadır. Buna en çarpıcı örnek, Kovo’nun idamı gibi “küçük bir meselede” İstanbul’da idamı durduracak bir cemaat lideri bile bulunmamasıdır. Bu örnek, bize 17. yüzyılın başında Osmanlı Yahudi Cemaatleri’nin durumunu açıkça göstermektedir. Nasi, Eskenazi ve Aben Yaeş gibi liderlerin ortadan kalkması, Ester Kira’nın trajik sonu bu cemaati adeta sinmeye itmiş görünmektedir. Cemaat ortaya yeni bir lider çıkaracağına adeta pasif savunmayı seçmiş gibidir ki, bu pasifiklik 17. yüzyılda patlayacak olan Sabetay Sevi olayını hazırlayan başlıca nedendir ve yalnız Osmanlı Yahudi cemaatine özgü değildir.

Kabala Mistisizmi ve Mesihi hareketler

Yahudi Mistik felsefesi Kabala, Tanrı kavramının ve Yaratılış olaylarının esrarlarına eğilen bir düşünce sistemidir. Antik çağlardan beri mevcut olmakla birlikte, Ortaçağ’da Güney Fransa ve İspanya’da çok gelişti ve sistematik bir felsefe şeklini kazandı. Kabala bir bakıma, Yahudilerin yaşamış oldukları sürgün ve baskı koşullarına bir neden arama ya da bu baskıdan kurtuluşu müjdeleyecek Mesih’i (Maşiyah) beklemenin ürünüdür. Bu mistik yaklaşımla Yahudi Kabalistler Evrenin sınırlarına eğilmişler ve bu şekilde Tanrısal olgunun esrarına erişmeye çalışmışlardır. Kabala’nın gelişmesinde başlıca etmenlerden biri, Yahudilerin ortaçağda Avrupa’da yaşamış oldukları zulüm ortamıdır.

Belli bir evrede zulüm ve baskı o denli artmıştır ki, Yahudiler sorunun çözümünü ilahi bir eylemde aramaya başladılar. Bu şekilde Antik Mesih fikriyatı, yani İsrailoğullarının sürgünden ancak Mesih tarafından kurtarılacağı ve Mesih’in büyük bir afetten sonra belireceği inancı yeniden güç kazandı. Belirtildiği üzere, 16. yüzyılda Kabala merkezlerinin en güçlüsü, İspanya’daki Yahudi Kültür Merkezi Cordoba’nın yerini alan Safed’de kuruldu. Safed’deki Kabalistler ve özellikle Luria’nın (ha Ari) mistik felsefesi bütün Yahudi dünyasını etkiledi. Bu ekol Kabala mistiğini öylesine sindirmiş, Mesih inancını öylesine benimsemişti ki, yanı başlarında Tiberya’da Nasi’nin başlatmış olduğu “kurtuluş” sürecini görmediler, hatta belki de anlamadılar.  Avrupa Yahudileri arasında bu felsefeden beslenen mistik kurtuluş umudu, İsrail tarihinde “sahte mesih” (Maşiyah şeker) kavramının doğmasına yol açtı. Sahte mesihler, bu mistik felsefenin verdiği çoşkuyla mesih olduklarına inandığı kişilerdi. 16. Yüzyılda da iki sahte mesih David Reuveni ve Şlomo Molho çıkmış ve Avrupa’da Yahudi kitleleri Büyük Kurtuluş’un çok yakın olduğuna inandırmışlar, hatta kesin tarihler vermişlerdir. Örneğin Molho Sürgün’ün kesin olarak, Yahudi tarihine göre MS 300 yılında (1540) sona ereceğini ilan etmiş ve tesadüflerin de yardımıyla kitleleri inandırmıştır. Reuveni hiçbir zaman Mesih olduğunu ilan etmemiş, askeri bir lider gibi davranmıştır. 17. yüzyılda, Yahudiler bu umutları beslemeye devam ederlerken, 1648-58 yılları arasında Doğu Avrupa’da büyük Yahudi katliamları meydana geldi. 1648’de Boğdan Kmielnitzki adında Ukraynalı bir Kazak liderliğinde çapulcu grupları Polonya’da geniş çaplı bir Yahudi katliamı yaptılar. Bundan sonra, Polonya’ya saldıran İsveç ve Rus kuvvetleri Polonya ordusu tarafından püskürtüldükten sonra Polonyalılar bu olayların “hıncını” Yahudilerden çıkardılar. Bu olaylarda onbinlerce Yahudi imha edildi ve binlerce Yahudi yerleşme merkezi, haritadan silindi.

Kmielnizki katliamıyla diğer olaylar Yahudi dünyasını bir baştan bir başa sarstı. Gelişmeleri, Mesih’in ortaya çıkmasından önce meydana gelmesi gereken afet olarak değerlendiren ve Mesih’i dönemin geldiğine karar veren kişi ise, Katliam sahnesinden çok uzaklarda, izmir’de ortaya çıktı.

devam edecek...