61. Uluslararası Cannes Film Festivali hızlı başladı / İlk yarı sürprizli geçti

Festivalin açılışını yapan ve çok beğenilen “Körlük” felsefi bir korkuyu dile getiren, metaforlarla yüklü zengin bir film. Hemen arkasından gösterilen, büyük övgü alan “Bashir ile Dans”, sinema tarihinde gerçekleştirilen ilk belgesel canlandırma sineması ürünü olma özelliğini taşıyor. Genç İsrailli yönetmen Ari Folman’ın savaş aleyhtarı filmi, ilk günden ödül için adaylığını koydu.

Viktor APALAÇİ
21 Mayıs 2008 Çarşamba

İnsan ruhunun derinliklerinde dolaşmayı seven Nuri Bilge Ceylan “3 Maymun” ile bilinen durgun ve sakin uslubunu yinelerken, filmi eleştirmenlerce çok beğenildi

61. yaşını kutlayan Cannes Film Festivali’nin ilk beş gününde bir başyapıt yoktu ama çok kaliteli filmler vardı. Dünya prömiyeri Cannes’da yapılan, Woody Allen’in “Vicki Cristina Barcelona” ve Steven Spielberg’in “İndiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı”, yıla damagasını vuracak iki müthiş film. Brezilyalı Walter Salles – Daniela Thomas ikilisinin toplumsal gerçekleri işleyen “Linha De Passe’si, Arnaud Desplechin’in bir Fransız ailesini anlatan “Bir Noel Öyküsü”, bizleri Arjantin kadın hapishanelerine götüren, Pablo Trapera’nın “Leonera”sı, Napoli mafyasını anlatan İtalyan Matteo Garrone’nin “Gomorra”sı festivalin ilk sürprizleriydi. İki Altın Palmiye sahibi Belkçikalı çizgi dışı yönetmenler, Jean-Pierre ve Luc Dardenne Kardeşler “Lorna’nın sessizliği” filmiyle Belçika’da oturma izni almak için sahte bir evlilik yapan Arnavut bir kadının, insanın içini acıtan öyküsünü anlatıyor. Film çok başarılı.

Düş kırıklığı yaratan Çin ve Filipin filmlerini unutmaya çalışıp bu yazımızda festivalin hemen başında sivrilen üç filmde söz edeceğiz.

İSRAİL FİLMİ SİNEMADA BİR İLK

Açılış galasından sonra gösterilen ilk film, İsrailli genç yönetmen Ari Folman’ın “Bashir ile Vals / Waltz With Bashir”i festivalin ilk gününde, Büyük Ödül için adaylığını koydu.

İsrail’in ilk canlandırma sineması örneği olan bu film, aynı zamanda sinema tarihinde gerçekleştirilen ilk belgesel canlandırma sineması ürünü olma özelliğini taşıyor.

1962 doğumlu Ari Folman ilk askerlik tecrübesini yaşadığı 1. Lübnan savaşına katıldığında 18’indeydi. Çok kişiye göre, İsrail’in masumiyetinin sonu olan bu savaşta 1982’de Beyrut’un göbeğindeki Filistin mülteci kamplarına düzenlenen bir baskında, Hıristiyan Milis güçleri büyük bir katliam gerçekleştirmişlerdi. İsrail Savunma Bakanı Arial Sharon 700 ile 3500 arasındaki Filistinlinin, Hıristiyan Falanjistler tarafından öldürülmesine sessiz kaldığı için eleştirildi.

Katliama tanık olan Ari Folman, olaydan 25 yıl sonra, eski bir silah arkadaşının teşvikiyle, Sabra ve Chatila katliamıyla yüzleşme ihtiyacını hissetti. O günleri birlikte yaşadığı arkadaşlarının tümünün tanıklığına başvurdu, 25 yıl aradan sonra anılarını, kendi seslerinden kaydetti.

Folman, yakın tarihin acılı olayını görüntüler ile değil, ancak çizgi dışı film tekniğiyle anlatmanın mümkün olduğuna kanaat getirdi. Hayalleri, anıları, düşünceleri çizebilme fırsatını değerlendirerek, kaybolan hafıza hakkında bir film yaptı.

4 yıl önce başladığı çalışmalarına, 1 yıllık bir araştırma süresi ve 90 sayfalık bir senaryonun yazılımı, ses kaydını, teknisyenlerle işbirliği ve kurguyu sığdırdı.

Neticede yaratıcı, özgün, yenilikçi ve mesaj yüklü bir film meydana geldi. Filmi yapma sebebinin insanlararası dayanışma arayışına dayandığını söyleyen Folman, savaş aleyhtarı tutumunu cesaretle sergiledi. Basın konferansında Ari Folman “Filmimi izleyen 16 yaşındaki bir İsrailli asker, hiçbir savaşa katılmak istemeyecektir” dedi.

“Gösterildiğinde, İsraillilerin tepkisi ne olacaki?” sorusuna ise, “yeni bir şey anlatmıyorum. İsrail’in Lübnan işgalinin bir hata olduğunu, İsrail halkının çoğunluğu kabul ediyor” şeklinde cevap verdi.

Filmi beğendiğini söyleyen Lübnanlı bir kadın gazeteci ise şu eleştiriyi getirdi: “Hıristiyan Falanjist’ler İsrail’de eğitim gördükleri halde, biz değil, onlar yaptı demek ne derece doğrudur?” Folman “Ben katliamın kronolojisiyle ilgilendim. Olayı sadece nakletmekle yetindim. Batıda yanlış bir kaanaat var. Batının İsrail’e bakış açısı yanlış. İsrail’de her türlü kanaati sergileyebilir, özeleştiri getirebilirsiniz”

İyimserliğini koruduğunu söyleyen Ari Folman: “Ne yazık ki iyi liderlerimiz yok. İyi liderler gelince dünya daha iyi olacak” dedi. Gerçekçi olmaya özen gösterdiğini söyleyen Folman, “Katliam oldu ve görmemiz lazım. Bu gerçeği göğüslememiz şart. Halkın gerçekleri görmesi için filminin finalini canlandırma sinemasıyla değil, arşivlerden yararlanarak yaptım” dedi.

Nitekim filmin bu son çarpıcı kısmında, yakınlarını kaybeden insanların acı dolu isyanını işleyen bölüm izleyicinin suratına bir tokat gibi iniyor.

Filmin başlığındaki Bashir, Lübnan’ın Hıristiyan lideri, katliamın sorumlusu, Eylül 1982’de bir suikastte öldürülen Bashir Gemayel’den başkası değil.

KÖRÜN ÇARESİZLİĞİ

Festivalin açılışını yapan “Körleşme / Blindness”, Brezilyalı usta Fernando Meirelles’in felsefe ağırlıklı bir filmiydi. Konusunu Nobel ödüllü Portekizli yazar Jose Saramago’nun romanından alan film, anlaşılmaz bir şekilde körleşen şehir halkının yaşadığı travmayı anlatıyor. Körlük bir salgın hastalık gibi şehire yayılırken, gözleri gören bir tek kişi kalıyor.

Julianne Moore’un canlandırdığı bu karakter filmde bir doktorun eşi. Bu kadın kaosa sürüklenen şehir halkına ve hastalığa karşı kocasını korumaya çalışıyor.  Zira bu salgın hastalık toplumu parçalıyor. Metaforlarla yüklü film, körlük teması ile felsefi bir korkuyu dile getiriyor. “Körleşme”de Julianne Moore’a Mark Ruffalo, Danny Glover ve Gael Garcia Bernal gibi prestijli oyuncular eşlik ediyorlar.

Brezilyalı usta yönetmen Fernando Meirelles “Tanrıkent / City of God” ile ismini uluslararası arenada duyurmuş, konusu Afrika’da geçen “The Canstant Gardener” adlı politik filmiyle hayranlığımızı kazanmıştı. Rachel Weisz bu filmlerindeki rolüyle En İyi Yardımcı Aktris Oscar’ının sahibi olmuştu.

F. Meireles, filmin çarpıcı konusunu insanın kanını donduran bir atmosfer içinde anlatıyor. Körlük salgın bir hastalık zannedildiği için, filmin büyük bir bölümü, körlerin karantinaya alındığı eski bir hastane binasında geçiyor. Kaderleriyle başbaşa bırakılan körler, hayatta kalabilmek için müthiş bir dayanışma içine giriyorlar.

İnsanlar körleşince herkes eşit duruma geliyor, sınıf farkları ortadan kalkıyor. Dağıtıan yemekler eşit bir şekilde paylaştırılıyor. Zamanla, zayıf karakterliler, fırsat düşkünleri oportünistler düzeni bozuyor.

Gael Garcia Bernal’in oynadığı bir fırsatçı, yanındaki silahtan güç alarak kendini lider ilan ediyor. Kumanyaları, körlerin yanlarında bulunan para ve değerli eşyaların karşılığında satıyor. Paralar tükenince, kadınlar kendilerini sunarak, yakınlarına yiyecek tedarik edebiliyorlar.  Film yaşadığımız toplumun zaaflarını otopsi masasına yatırırken, önemli mesajları veriyor.

 

HEPİMİZ “ÜÇ MAYMUN”U OYNARIZ

Nuri Bilge Ceylan “3 Maymun” ile Türkiye’yi Cannes’da 4. kez temsil etti. Film 3 kişiden oluşan orta sınıf bir ailenin, parçalanmaması adına, gerçeklerin görmezden gelinmesiyle ortaya çıkan açmazları anlatıyor. Şoför baba, patronun yaptığı bir trafik kazasını üstlenerek kısa bir müddet hapis yatar. Karısı, o günlerde, zaafına yenilip patronun metresi olur. Okulunda başarısız olan 20’li yaşlarını sürdüren işsiz oğulları, gerçekleri bilmesine rağmen susmayı yeğler. 6 yaşındayken denizde boğulan kardeşinin gölgesine ailenin tüm ilişkilerinde rastlarız.

Sorumluluk yükünün ağırlığı altında ezilmemek için bu 3 kişi, gerçeği görmekten, konuşmaktan kaçınarak, onu inkar etmekle yetinir. Ancak “3 Maymun”u oynamak, acı gerçeklerin üstünü örtmeye yeterli midir?

Nuri Bilge Ceylan, basın konferansında, filminin hareket noktasını şöyle özetledi: “Hayatta hepimiz “3 Maymun”u oynarız. Sinemanın gündelik hayatı bire bir yansıtan bir özelliği, bir yapısı var. Filmimde kimin kurban, kimin cellat olduğu belli değil. Sinema sanatı bizlere ifade edilemeyeni, metafizik olanı sunma imkanını tanıyor.

İnsan ruhunun derinliklerinde dolaşmayı seven bir yönetmen olan Nuri Bilge Ceylan’ı, insan ilişkilerini inceleme yöntemini, Bergman, Bresson ve Tarkovski gibi ustaların sinemasına yakın bulan eleştirmenler var.

“3 Maymun”da, kendini yenilemeyi seven bir yönetmen olarak karşımıza çıkan Ceylan, ilk kez bir filminde siyasi ortama göndermeler yapıyor. Zaten baş kahramanlarından biri, bir politikacı adayı. Bu rol için Ceylan’a, özel hayatında politikayı denemeyen bir doktor olan Ercan Kesel ilham vermiş. Proje taslağının ilk sahibi (eşi) Ebru Ceylan, Ercan Kesel ve N.B. Ceylan senaryoyu müştereken yazmışlar.

Duygusal gel gitler ve psikolojik tahliller yüklü senaryoyu, N.B. Ceylan bilinen sakin ve durgun uslubuyla sinemaya aktarıyor.

İnsanın doğasını ve varoluşunu sorgulamayı sürdürdüğü filmde, Ceylan, aşk, nefret, pişmanlıklar, yalanlar, sorumluluk, güç duygusu, affetme gibi temaları işliyor.

Cumartesi akşam “3 Maymun” şerefine verilen, Cannes’daki tüm Türkleri ve misafirleri bir araya getiren davet çok görkemli oldu. Cannes’da festivalin başlangıcından itibaren hava kapalı. Türk gecesinin yapıldığı gün sürekli yağmur yağdı, davete gidebilmek için şemsiye satın aldık.

“Kungfu Panda” filminin basın konferansında Angelina Jolie ve Dustin Hofman ilgi odağıydı. Yarın Angelina Jolie’yi (hamile haliyle), Clint Eastwood’un “Changeling” filminin galası ve basın konferasında ikinci kez görmeye hazırlanıyoruz.