27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin ardından :Görkemli Festival geride kaldı

Sinema sanatına damgasını vurmuş büyük ustaları, günümüzün genç yetenekleri ile buluşturan festival zengin programı ile, 7. sanatın klasiklerini, dünya festivallerinin sivrilmiş filmlerini, bağımsız sinemanın özgün eserlerini, ilginç belgeselleri, sinefillerin beğenisine sundu. Bu yazımızı ithal edilmedikleri için ticari sinemalarda vizyona giremeyecek filmlere ayırdık

Viktor APALAÇİ
30 Nisan 2008 Çarşamba

Festivalde izlediğim 50’ye yakın film arasında beni en çok etkileyeni Carlos Saura’nın “Fadolar” müzikali, Alman sinemasının istikrarlı yönetmeni Volker Schlöndorff’un intihara karar vermiş bir adamın dramını anlatan “Ulzhan”ı, Rusya’nın Çeçenistan’a saldırısını eleştiren Vikita Mikhalkov’un “12”si, Sean Penn’in görkemli ilk yönetmenlik denemesi, “İnto The Wild”i bu yazımızın konusunu teşkil edecek.

 

FESTİVALİN İŞİTSEL ŞÖLENİ

27. İstanbul Film Festivali’nde izlediğim 50’ye yakın film arasında, beni en çok etkileyeni, Carlos Saura’nın “Fadolar / Fados” adlı müzikali oldu. Yalnız kulaklara değil, mükemmel mizanseniyle gözlere de hitap eden bu görkemli müzikal, Saura’nın bugüne dek, bu türde yaptığı 8 filmin en iyisi.

Efsanevi şarkıcı Amalia Rodrigues ile unutulmaz İmperio Argentina’nın söylediği fadolarla, Carlos Gardel’in insanın ruhunu okşayan tangolarıyla sevdiğimiz bu müziğe, Carlos Saura, görkemli bir saygı duruşunda bulunuyor.

Saura’nın müzikal filmlerde uyguladığı, stüdyoda çekilmiş, gölge ve ışık oyunlarıyla zenginleştirilmiş, taklit edilemez mizansenindeki koreografik tadları “Fadolar”da buluyoruz.

Kendisinden fadolarla ilgili bir film çekmesi istendiğinde, hiç tereddüt etmeden kabul eden, sık sık yaptığı Lizbon seyahatlerini artıran sanatçı, günümüzdeki Portekiz’in en ünlü fado sanatçılarını biraraya getiren unutulmaz bir film yapmış.

Lucilia do Carmo, Teresa Noronha, Carlos do Carmo, Mariza ve Camane gibi olağanüstü şarkıcıları ve müthiş sesleri biraraya getiren Saura, izleyicisine 1,5 saatlik bir müzik ziyafeti sunuyor.

Tabii filmde, fado müziğini dünyaya sevdiren Portekizli diva Amalia Rodrigues unutulmamış. İberia Yarımadası’nın gelmiş geçmiş bu en muhteşem sesinin, piyano eşliğindeki bir stüdyo çalışması, filmde Rodrigues’in muhtelif yaşlarda çekilmiş fotoğraflarla birlikte, bir saygı duruşu niteliğinde veriliyor.

1932 doğumlu Carlos Saura, İspanyol sinemasının gelmiş geçmiş en büyük sinemacısı Luis Bunuel’in mirasçışı. Pedro Almodovar dahi Saura’nın görkemli filmografisini gölgede bırakacak miktarda başyapıta imza atmadı. Üretkenliğini 75 yaşında sürdüren Saura, projelerini başarıya aç genç sanatçıların iştahıyla hayata geçiriyor.

Carlos Saura’nın “Fadolar”dan önce yaptığı müzikal filmler “Sevillanas” (1992), “Flamenco” (1995), “Tango” (1998), “Salome” (2002) ve İberia” (2005) idi.

Sanatçının “Fadolar”da yarattığı duygusal atmosfer karşısında, hayatımda ilk kez bir müzikal filmde ağladığımı hatırlıyorum.

Filmi, keyifle yudumlanan kıymetli ve yıllanmış bir şarap misali, büyük keyif alarak izledim. Bu emsalsiz müzik şöleni hiç bitmesin istedim.

 

DÜNYANIN SONUNA YOLCULUK

Unutulmaz “Teneke Trampet” başyapıtıyla, aynı yıl hem Altın Palmiye hem de Oscar ödüllerini kazanmış ilk Alman yönetmen olma ayrıcalığını kazanmış Volker Schlöndorff’ün son filmi “Ulzhan”, 27. İstanbul Film Festivali’nin en kaliteli yapıtları arasındaydı. 1965’te “Genç Törless” ile başladığı kariyerini Schlöndorff, Alman sinemasının en istikrarlı yönetmeni olarak sürdürüyor. Yine geçen yıl, festival aracılığıyla izleyebildiğimiz, Polonya tersanelerindeki işçi sorunlarını anlatan, görkemli “Grev” filminde olduğu gibi, “Ulzhan”da ithal edilmediği için, vizyon şansı yok.

Jean-Jlaude Carriere gibi (Luis Bunuel usta ile çalışmış) çizgi dışı bir yazarın zengin senaryosuna sırtını dayayan Schlöndorff, “Ulzhan”da metafizik sorular soran ilginç bir filme imzasını atıyor. Karısını ve kızını bir trafik kazasında kaybettiğini sonradan öğrendiğimiz genç bir Fransız’ın, Kazakistan’a yaptığı gizemli yolculuğu anlatan film, hayatın anlamını sorguluyor.

Derin bir keder karşısında yok olma arzusu duyan, arkasındaki köprüleri yıkıp, dünyanın sonundaki efsanevi yere ulaşmaya çalışan yüreği yaralı bir insanın dramını anlatın “Ulzhan”, Jean-Claude Carriere, Volker Schlöndorff ve usta aktör Philippe Torreton gibi deneyimli üç ismi biraraya getiriyor.

Bu son derece şiirsel ve kişisel öyküde, kendinden bahsetmekten hoşlanmayan, dünyaya boş verdiğini her halinden belli eden genç bir Fransızın (Philippe Torreton), bir zamanlar şamanların ölmek için gittikleri Han Tengri (Tanrıların Han’ı) Dağı’na ulaşma çabalarını izliyoruz.

Amacı, şamanlar gibi ölmektir. Arabası bozulunca bir at satın olur. Altın sahibi göçebe ve öğretmen genç kadın onu yolculuğunda yalnız bırakmaz, adamın koruyucu meleği alır. Yolda karşılaştıkları bir şaman ile Orta Asyan çöllerinde benzersiz bir yolculuğa çıkarlar.

Bu rolde, Teneke Trampet’in unutulmaz çocuk kahramanı David Bennet’i, 30 yıl aradan sonra izlemek büyük keyif.

Üç karakteri arasındaki psikolojik ilişkileri, şevkat, kıskançlık, bağlanma temaları etrafında ustalıkla işleyen yönetmen Schlöndorff, zor projelerin adamı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

Şiirli anlatımı, dozajı iyi ayarlanmış mizahı, mükemmel mizanseni, çizgi dışı öyküsüyle “Ulzhan” Dünya Festivalleri Bölümü’nün en prestijli filmiydi.

 

12 ÖFKELİ ADAM

Yönetmen Andrey Konçalovski’nin kardeşi, Rus sinemasının istikrarlı ismi Nikita Mikhalkov’un, Sydney Lumet’in başyapıtı “12 Öfkeli Adam”dan uyarladığı “12” festivalin en kaliteli filmleri arasındaydı. Reginald Rose’un tiyatra oyundan çağdaşlaştırılmış bir uyarlamada, öykünün ABD’den Rusya’ya taşındığını görüyoruz.

Altın Aslan ödüllü “Urga”, unutulmaz “Güneş Yanığı”, büyük bütçeli “Sibirya Berberi”nden sonra, “12”, 63 yaşındaki dev yönetmenin filmografisine parlak bir başarı olarak girecek. Senaryo yazılımına katılıp, başrollerden birini üstlenen sanatçı, tek bir odada geçen 153 dakikalık filmini müthiş gerilimli bir atmosfer içerisinde anlatıyor.

Rus askeri olan üvey babasını öldürmekle suçlanan Çeçen bir gencin duruşma sonrasını anlatan “12”, jüri üyelerinin karar aşamasının öyküsü. 12 jüri üyesi bir okulun jimnastik salonunda toplanırken, film bu salonla savaşta perişan olmuş Çeçenistan’daki vahşet arasında gidip gelir ve günümüzün Rusya’sının zengin bir manzarasını çizer.

Filmlerinde politik tavır olmaktan geri kalmayan, cesir ve söyleyecek sözü olan bir yönetmen olarak Mikhalkov, “12”de eski Rusya devlet başkanı Yeltsin’in Çeçenistan’a saldırı kararını eleştiriyor, yaşanan bunca acıyı gözlere seriyor.

12 jüri üyesinin şahsında renkli bir insan portreleri resmi geçidi izlerken, muhtelif meslek grubu ve sosyal sınıfa mensup renkli karakter tahlillerine tanık oluyoruz.

Nikita Mikhalkov ülkesinin Çeçenistan’a saldırısını şöyle yorumluyor: “Bence trajik bir hataydı. Beceriksizlik, kültürsüzlük, üzerine kurulmuştu, savaşın iki günde biteceği fikrine dayanıyordu. Nasıl sonlanacağı hakkında, durumun bambaşka olduğu hakkınde en ufak fikirleri yoktu. Dünya’nın bugün Irak’ta yaptığı hata kadar büyük bir hataydı.”

DİĞER KALİTELİ YAPITLAR

“12” gibi, ülkemizde gösterilmeyecek müstesna bir film, Sean Penn’in ilk yönetmenlik denemesi olan “İnto The Wild” idi. Üniversiteyi bitirdikten sonra, sorunlu anne-babasını terkeden tüm parasını hayır kurumuna bağışlayıp otostop ile yollara düşen, sorunlu genç, Chris McCandless’in yaşam öyküsünü anlatan film, Amerikalı yazar ve maceraperest Jon Krkauer’in romanından alınmış. Vahşi doğada kaybolmayı seçmiş, ruhsal ve fiziksel değişimlerle sürüp intaharımsı bir ölümle sonuçlanan McCandless’in romanı, yolculuğu boyunca tuttuğu notlara dayanıyor. Bu iç karartan öyküyü büyük bir beceriyle beyaz perdeye aktaran Oscar’lı aktör Sean Penn bu filmdeki başarısıyla, (Clint Eastwood’da olduğu gibi) geleceğin parlak bir yönetmeni müjdeliyor. Ruhsal devrimini yapmak, medeniyet tarafından zehirlenmemek için, Alaska’nın vahşi doğasına ulaşmayı amaçlayan, yolda ölen McCandless’in yürek burkan öyküsü, kızkardeşi Carine’in anlatılarına ve yolda rastladığı insanların anılarına dayanıyor.

Festivalde gösterilen ve ithal edilen filmlerin eleştirilerini ise vizyona girdiklerinde yapacağız.

Bunlar arasında, ilk filmini yapan Lübnanlı bir kadın yönetmenin ilk filmi olan, nefis komedi “Karamel”, yeni bir Fatih Akın’ı müjdeleyen, Özgür Yıldırım’ın “Chiko”su temerküz kampından kurtulmuş üç kişinin öyküsünü anlatan “Duygusal Hesaplar”, çizgidışı sinemacı Wes Anderson’un “The Darjealing Limited”, yorulmak bilmez Claude Chabrol’un son filmi “İkiye Bölünen Kız”, Michael Haneke’nin remake’i “Ölümcül Oyunlar”, Altın Ayı ödüllü Brezilya yapımı faşist film “Özel Tim”, Juliette Binoche’lu “Paris”, uyuşturucu trafiği üzerine “Sibirya Ekspresi” var.