İran nereye koşuyor?

Geçtiğimiz aylarda İran`da gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonuçları ilan edildiğine, ipi göğüsleyen radikal İslamcı kimliğe sahip Mahmut Ahmedinecad`ın ne gibi icraatlarda bulunacağını merak eder olmuştum.

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

Geçtiğimiz aylarda İran’da gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonuçları ilan edildiğine, ipi göğüsleyen radikal İslamcı kimliğe sahip Mahmut Ahmedinecad’ın ne gibi icraatlarda bulunacağını merak eder olmuştum.
Seçimle iş başına gelmiş bir kişinin, görevinin kendisine yüklediği sorumlulukla hareket etmesi beklenirken, Ahmedinecad’ın son bir iki aydır, çeşitli vesilelerle verdiği beyanatlar tüm dünyayı endişeye boğdu.
Şah’ın halkı sömürmesi ve İran’ı batılı devletlerin - özellikle de ABD’nin - uydusu hâline getirmek istemesi iddiası ile başlayan bir dizi ayaklanma sonrasında yaşananlar, geriye bakıldığında, çok düşündürücü… Bir halk hareketi olarak doğan İslam Devrimi’nin ülkeye yerleşmesi esnasında kullandığı yöntemler, devirdiği şah yönetimine yüklediği suçlamaları gölgede bırakacak cinsten olmuştu. Halkı dini kurallar çerçevesinde yönetenler, kendileri gibi düşünmeyenlere, kendileri gibi yaşamak istemeyenlere tavizsiz yaklaşmış, dini en yüksek derecede siyasileştirerek yeni bir yaşam şekli oluşturmuşlardı.
Bu yaşam şeklinin komşu ülkelere ihraç edilmek istenmesi ve buna özellikle Türk halkından gelen yoğun tepkiler; dönemin İran Büyükelçisi’nin Türkiye’de radikal İslam söylemin gelişmesi için verdiği destek ve bundan dolayı neredeyse "istenmeyen adam" ilan edilerek gönderilmesi, hâlâ hafızalarda tazeliğini koruyor. Bu çerçevede, devrimin üzerinden 25 yıl geçirmiş bir İran’ın radikal İslamcı Cumhurbaşkanı’nın böylesi kaygı verici sözler sarf etmesi hiç de şaşırtıcı değil.
İran halkı Şah döneminden bu yana âdeta dünyadan soyutlanmış bir şekilde yaşamakta, hayata tek pencereden bakmaya zorlanmaktadır. Zengin petrol yataklarından elde edilenler halkın geneli ile paylaşılmamakta, İslam devriminin güçlenmesi, çevre bölgelere ve özellikle Orta Doğu’ya yayılması için kullanılmaktadır. Hizbullah ve İslami Cihad gibi örgütler, bir zamanların terörist El-Fetih’ine karşı desteklenmekte, Arap ülkelerinin genelinde zamanı gelince patlayacak ve dengeleri bozacak oluşumlara arka çıkılmaktadır.
Bu bağlamda, İsrail’in varlığının İran Cumhurbaşkanı tarafından tartışmaya açılmasının, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 27 Ocak 2006 tarihini Holokostu Uluslararası Anma Günü olarak kabul etmesinin hemen ardından, Yahudi Soykırımı’nın düzmece olarak nitelenmesinin, kendi içinde bir mantığı vardır.  Ahmedinecad, bir zamanlar Nasır’ın ve Kaddafi’nin oynadığı rolü üstleniyor. Onlar Arap dünyasının lideri olmak istiyorlardı, Ahmedinecad ise İslam dünyasının lideri olma peşinde. Ancak bu liderliği, bilimde, sanatta, yaşam kalitesinde, refahın topluma yayılmasında aramıyor; kavgada, uzlaşmazlıkta arıyor ve kendine göre en makbul hedefe yöneliyor: Yahudilere ve İsrail’e… Avrupa ülkelerine selamını göndermeden de geri kalmıyor. Son çıkışını Mekke’de İslam Ülkeleri Konferansında yapması ise hiç tesadüf değil.
Bu anlayışa sahip bir kişiliğin liderliğindeki, ekonomik açıdan bağımsız bir gücün nükleer silaha sahip olma aşamasına gelmesi ise, hem kendi halkı, hem de insanlık âlemi için çok rahatsız edici. Hitler ve etkilediği insan yığınlarının, çok değil, 60 yıl önce yaptıkları hafızalardayken, dünyanın, aynı kulvarda koşan, bağnazlıkla nefretin yoğrulduğu mesajları rahatça ve sorumsuzca verebilen bir devlet başkanına ihtiyacı yok şüphesiz…
Cumhurbaşkanı Ahmedinecad dünyayı karşısına alacak kadar gücü nereden buluyor? Zengin petrol yataklarının kendisine lütfettiği maddi kaynaklarla satın aldığı nükleer teknolojiyi hangi ülkeler kendisine vermiş? Bölgesinde aykırı bir ülke konumunda bulunan Kuzey Kore, dünyanın etkin gücü sıralamasında yukarılara doğru fırlayan Çin, eski kudretini yeniden kazanma çabasındaki Rusya, batı kulübünde her zaman kendisine has bir stili olan Fransa ve diğerleri… Bunların hiçbiri muhtemelen İran’ın cebine bu teknolojiyi tek hamlede koymamışlardır; ancak, neticede bugünlere gelinmiştir.
İran, arka bahçesindeki ülkeleri doğrudan ve dolaylı olarak etkisi altına almak, devrimini bu bölgeye iyice yaymak istemektedir. Afganistan ve Irak’taki Amerikan varlığı buna önemli bir engel oluşturmaktadır. Ancak esas sorun, bölgenin iki demokratik ülkesi, Türkiye ve İsrail’dir. Birinde yaşam eksenini İslam’a doğru kaydırmak yeterli olacaktır. Diğeri ise buradan – en hafif tabiri ile – taşınmalıdır. Alaska’ya, Avrupa’ya fark etmez; ama ayakaltından gitmelidir… Yoksa da yeryüzünden silinmelidir.
Bunlar Jules Verne tipi macera romanlarından alıntılar değil… Bunlar, halkının hür ve özgür iradesi ile seçilmiş lideri tarafından, değişik vesilelerle dile getirilen söylemlerdir. Dünya uluslar topluluğunun bu mesajlar karşısında ne derece bölünmüş olacağı veya ne derece kararlı bir tutum sergileyeceği, etkilerinin nerelere dek varacağını belirleyecektir.