Bu benim İstanbulum mu?

Tilda LEVİ Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

Çok uzun zaman önce, ara sıra ofisimize uğrayan bir okurumuz geldi. Bir elinde evrak çantası, diğerinde başka bir torba nefes nefeseydi. Soluklanması için oturttuk, bir bardak su verdik. Kendini toparlayınca da, yanındaki poşete uzanıp, birkaç gün önce bizden aldığı kitabı çıkardı. “Bunu iade etmek istiyorum. Yolda taşınmıyor, çantaya sığmıyor... Kapağını bile açmadım; tertemiz.” dedi. Aradan onca zaman geçmesine rağmen kitabın adı hala aklımdadır. O gün en çok garibime giden ise kitabın içeriğine göre değil de, ağırlığına göre seçildiğiydi.
Yıllar sonra o okurumuza hak vermeye başladım. Kalın kitaplar, artık sadece evde okunuyor sanki. İşe gidip gelirken yol uzunsa, genelde çantaya rahat sığanları seçmeyi yeğliyoruz... Tıpkı bugün elime geçen Alper Almelek’in İngilizce kaleme aldığı “İstanbulite: İstanbul in Brief” adlı kitabı gibi. Şehri gezmek için kısıtlı zamanı olanlara yönelik “Binbir gece masalları” tadındaki bu kitapçıkta tarih, tarihi yöreler, özgün semtler ve daha birçok bilgi yer almış. Olağanüstü güzellikteki resimlere baktığımda, ‘acaba bu benim İstanbulum mu?’ diye duraksadım.
Alper yurtdışına yaptığı iş gezileri sırasında gittiği yerler hakkında az da olsa bilgi sahibi olamamanın sıkıntısını yaşadığından, İstanbul’a gelen yabancı misafirlerini hep yönlendirmiş. Konuyla ilgili tuttuğu notlar ise ‘İstanbulite’i oluşturmuş. Gerçi, Almelekler, hayli yaratıcı bir aile. Ancak yazdığı kitapların içeriğine bakılırsa, ‘iş dünyası’ oldukça hoş ‘artılar’ getirmiş Alper’e. Kısacası, kitap ilginç, bildiğinizi zannedip bilmedikleriniz çok ve üstelik çantaya sığıyor...
* * *
Pazar günü eşimle sinemalar çok güzel diye bahsedilen bir alışveriş merkezine gittik. Gerçi açılalı bir yıldan fazla oldu ama benzerleriyle de aram pek hoş olmadığından, kendi açımdan geç kalmış sayılmazdım. Her neyse, son zamanların en kötü filmini, son zamanlarda yerde en fazla patlamış mısır olan bir salonda izledik. Yürüyen merdivenlerle üst kata çıkarken etrafa bakındım. İçim burkuldu. Herkes insan; herkesin her yere gitmeye hakkı var. Ama bu benim İstanbulum değil. Alışveriş merkezinin içinde; köy, kasaba, şehir... hepsi birbirine karışmış. Kimse nerede nasıl hareket edileceğini bilmiyor. Özenti tehlikeli boyutlara uzanmış. H. Dink suikastından sonra Beyoğlu’nda ‘beyaz yün başlık’ların satışında patlama olduğunu okumuştum. Doğruymuş. Alışveriş merkezinin merdivenlerinden çıkarken, aynı tür başlıklı dört genç saydım. Tesadüf mü? Son iki katı “food court” olarak adlandırılan yerlerde, genelde en üst kat daha sakindir. Nispeten de öyleydi. Ardından çarçabuk girişteki ev malzemeleri satan dükkandan acil bir-iki ihtiyacımızı alıp çıktık. Çıktığımda nefes mi aldım? İstanbulum küresel ısınmayla yok olup gitmiş.. Ben doğup büyüdüğüm şehirde boğulup kaldım.
* * *
Türkiye geçtiğimiz hafta bir ‘beyefendi’yi yitirdi. Eski Dışişleri Bakanı İsmail Cem, zarif bir siyasetçi olmasının yanısıra, iyi bir yazar ve gazeteciydi. Yoğun kariyer yaşamı tutkulu bir fotoğrafçı olmasını engellemedi. Tek yönlülüğün dışına taşmak, ne büyük bir zenginlik. Milliyet Gazetesi’nin 25 Ocak tarihli başlığı İsmail Cem için söylenebilecek en güzel sözlerdi: “Ona bir tek ölüm yakışmadı.