Lazarus Çingiraği

Avram VENTURA Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba
Limbury Chronicle’ın aktardığına göre, 1840 yılında, Alman topraklarında herkes, o güne kadar görülmemiş bir şekilde, çok güzel şarkı söylüyor ve kaval çalıyormuş. Yaşlı, genç bütün halk çılgına dönmüş. Söyledikleri şarkılar, sabahtan gece yarılarına kadar duyuluyormuş. Yine Chronicle’ın belirttiğine göre, bu şarkıların yazarı cüzamlı bir memurmuş. Bu memur, herkesten uzak, ıssız bir yerde oturuyormuş. Ortaçağ’da cüzamın ne denli korkunç ve iyileştirilmesi olanaksız bir hastalık olduğunu biliyoruz. Bu yüzden, cüzam hastalığına yakalananlar toplumdan dışlanırlar, kimsenin yanına yaklaşmalarına izin verilmezmiş. Baştan ayağa bir kumaşa sarınırlar, başlıklarını yüzlerine indirirler ve ellerinde bir çıngırakla dolaşırlarmış. Lazarus çıngırağı denilen bu aletle, yaklaşmakta olduklarını haber verirler, böylece çevresinde bulunanlar uzaklaşmak için zaman bulurlarmış.
Ünlü Alman şair ve yazarı Heinrich Heine’in, tüm Alman halkını coşturan şarkıları yazan bu cüzamlı memurla kendini özdeşleştirerek kaleme aldığı bir yazı, şu sözlerle noktalanıyor:
"Çoğunlukla geceleri karanlıkta Limburg Chronicle’ın sözünü ettiği bu zavallı memur sanki karşıma dikiliyor, başlığının altından kederli gözlerini yüzüme çeviriyor; ama aynı anda yavaş yavaş gözden yitiveriyormuş gibi oluyordu. O zaman çıngırağın düşler dünyasından yankılanan sesini duyuyorum sanki."
Amos Elon’un Çöküşe Tırmanış adlı yapıtını okuyuncaya kadar, Heine’in, o cüzamlı memurla kendini neden ilişkilendirdiğini anlamış değildim. Elon, bu ünlü şairden kitabında ayrıntılı olarak söz ediyor:
Gençliğinde umutsuzluk, aile içi çekişmeler ve parasal sorunlarla boğuşmuş. Her zaman sıkıntı içinde yaşamını sürdüren Heine’in, bir sınırdan geçerken deklare edecek bir şeyi olup olmadığı sorusuna verdiği yanıt ilginçtir: "Düşüncelerimden ve borçtan başka hiçbir şeyim yok!"
Heine, Goethe’den sonra en çok tanınan Alman şairi oldu. Buna karşın 1835 yılında yapıtları, yasaklanan kitapların ilk sırasını almış.
Elon,  bu ünlü şairin son dönemini, çarpıcı birkaç satırla şöyle anlatıyor:
"Heine’in yaşamının son yedi yılı, vücudunun yarısını felç eden ve görme yeteneğini şiddetli bir şekilde etkileyen bir viral hastalığın yol açtığı çalkantılar ve dayanılmaz acılar içinde geçti. Yaşamının sonuna dek, yatalak ve kırk kiloluk bir iskelet olarak, yarı kör bir halde ‘yatak mezarım’ diye tanımladığı yerde gömülüp yattı. Yine de yaratıcı gücünü sonuna dek korudu."
Elon’un bu satırlarını okuduktan sonra, Heine’in, kendini neden o cüzamlı memurla özdeşleştirdiğini daha iyi anladım:
Elinde bir Lazarus Çıngırağı olmasa da, onun kulaklarında yankılanan düşsel sesi, yaşamın kimi gerçekleriyle yüz yüze gelmesini sağlamış: Yapıtları başarının doruklarına tırmanırken, kendisi bir yaşam savaşı içinde toplumdan uzak yaşıyor!
Ünlerine karşın sürülen, ezilen, baskı altında tutulmak istenen ya da maddesel sorunlarla boğuşan birçok sanatçı gibi...