Tutunacak tek dal

Luiza UÇKİ Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

Albert çok varlıklı bir ailenin oğludur. Mutludur. Onu seven bir ailesi vardır: Hayat ona tüm güzel meyveleri sunuyordur.
Lise çağlarındayken Natan adlı bir çocukla aynı sınıfa düşer. Natan dini vecibelerini yerine getiren bir çocuktur. Albert onu biraz şaşkınlıkla izler. O, bu tip şeylere pek alışkın değildir ama yine de Natan’ı çok sevdiği için arkadaşlığını sürdürür. Bir cuma akşamı Natan onu evine çağırır. Natan’ın babası masanın başında oturur. Kiduş duasını eder. Bir seremoni vardır evde. Şarap içerler, dualar söylerler. Albert onlar için "garip" damgası vurur içinden ama yine de Natan’la olmaktan mutludur. Natan’ın babası çocukları bir odaya toplar: "Bu bir bayrak misali devam edecek. Bizden size, sizden çocuklarınıza. Bu gelenekler ve dini emirler aileleri bir arada tutan sihirli asalardır. Aileler birlikte birşeyleri paylaşır, aile bireyleri yakınlaşır. Hayat hızla akıp gidiyor. Bir an dönüp bakarsanız geride hayatımızın en güzel anları ailemizle geçirdiklerimiz değil midir? Bu dini vecibelerin çoğu bizim ailemizle beraber olmamızı sağlar. Düşünün tüm aile bireyleri ne zaman bir araya gelir: Bayramlarda. Bayramlar bizi kaynaştırır. Sevdiklerimizle sihirli, unutulmaz dakikalar yaşamamızı sağlar. Şanslıyız. Tanrı bize bu armağanları verdi. Çocuklarımız da bu mutluluğu yaşamalı. Bu hızla dönen çarkta durup sevdiklerinle bir arada mutlu dakikalar yaşamak harika. Aileni seviyorsan ona vakit ayırıyorsun" diye açıklar.
Albert bu konuşmaya bir anlam veremez. Hatta "saçma" diye nitelik biçer. Onun ailesi bayramlara önem vermez. O, bunu görmüştür. Mutludur. Alışmadığı bu tip olayları garipser geçer.
Seneler birbirini takip ederken Albert de büyür. Ebeveynler kervanına katılır. Onun da bir oğlu bir kızı vardır artık. Babasının işlerini devralır. Durmadan çalışır. Çocuklarına adeta tapar.
Bir cuma gecesi iş için bir yere gitmesi gerekiyordur. Arabasına atlar, yola çıkar. Yol biraz kaygandır. Aniden direksiyon hakimiyetini kaybedip yuvarlanmaya başlar. Gözünü açar. Yaşıyordur ama bir otoyolun yamacında arabasında sıkışmıştır. Buradan kurtulması imkansız gibidir. Hava soğuktur. O, çok tenha bir yerdedir. Saatler geçmek bilmiyordur. Kendi kendine: "Beni burada kimse bulamaz. Bitti. Buraya kadarmış." der ve tüm hayatı bir film şeridi gibi geçer gözünden: "Yeniden hayata gelsem ne yapardım. Aileme daha çok vakit ayırırdım. Kızıma, oğluma doymak için herşeyi yapardım. Ben ne yaptım? Çalıştım. Aynen babam gibi. Babam hep iş gezilerine giderdi. Beni çok severdi ama bana doyabilmiş miydi? Ben çocuklarımla yeterince vakit geçirdim mi? Şimdi ölüyorum. Bir daha yaşamak şansı verilseydi bana sevdiklerime sıkı sıkı sarılırdım. Teyzelerimi, dayımı, amcamı en son ne zaman gördüm? Anneannemi en son ne zaman ziyaret ettim. Hepsini ne de çok severim. Neden vaktim varken onları görmedim. Neden onlara yeterince vakit ayırmadım?" derken bir ses duyar. Bir adam onu görmüştür. Hemen yardım çağırır. Onu arabadan çıkarırlar. Adam: "Mucizeler diyarı şu dünya! Ben dindar biriyim. Şabat akşamı eve geç kaldım. Arabayı park edip yürümeyi başladım. Normalde bu otoyolda kimse yürümez ama ben Şabat günü araba kullanmadığım için buna mecbur kaldım. Evim zaten otoyolun biraz ilerisinde ve aniden yolun kenarındaki kırığı gördüm. Aşağı bakayım derken arabanızı fark ettim. Allah’ın dediği olur azizim. Beni elçi diye gönderdi size herhalde. Neyse çok şükür hayattasınız" diye belirtir.
Albert "Hayattayım ama yeni bir kalp, yeni bir beyin, yeni bir ruh by-pass edilmiş bir adamım ben" diyerek evine koşar. Çocuklarına sarılır, saatlerce onları öpüp koklar. Başından geçenleri anlatır: "Bundan sonra her cuma akşamı birlikte masada oturup Şabat’ı kutlayacağız. Bayramlarda aile bireylerini evimize davet edeceğiz. Hep sevdiklerimizle biraraya geleceğiz. Umarım onlarla yeteri derecede birarada olabilme şansına erişebiliriz.
Bundan sonraki hayatımda yeni felsefemi devam edeceğim. Yaklaşan ilk bayramda tüm ailemi evime çağırıp sihirli dakikalar yaşayacağım. Sevdiklerimle ilk defa bu denli mutlu ve huzurluyum" diye açıklar.
Natan’ı arayıp bulur: "Dostum sana ihtiyacım var. öğretmenim olup bana bayramları, Şabat’ı anlatır mısın?" diye açıklar. Natan: "Albert, inan çok sevindim. Bilirsin seni çok severim. Yıllardır görüşmüyoruz. Bu vesileyle tekrar bir araya geliriz. Dostluğunu çok özlemiştim." diye belirtir. Albert: "Bu "din" dedikleri ne sihirli bir kelimeymiş. Üç fabrikam var. Emrimde çalışan yüzlerce insan var. Bunlar beni mutlu ediyor sanırdım ama hatalıymışım. Bunu ölümle burun buruna kaldığım gün anladım. Birliktelik, sevgi paylaşımı, sevdiklerine sıkı sıkı sarılıp onlara doymak için birşeyler yapmayı hayat felsefen haline getirmeliymişsin. Baban çok haklıydı, Natan. Bundan sonra ben de baban gibi bir baba olacağım. Bir bayrak misali gelenekleri çocuklarıma aşılayacağım. Hayat çılgın bir deniz gibi akıp gidiyor ve dalgalar seni yavaş yavaş yutuyor. Tutunacak tek dalınsa geleneklerimizmiş. Bizi birbirimize bağlayan mutluluğun yoluymuş bu. Gitmeliyim. Şabat için hazırlanacağım. Kim bilir ne güzel yemekler pişirmiştir karım. Annemler, dayımlar, halamlar geliyor. Hoşçakal" deyip çocuklar gibi şen evine doğru yol alır. Kalbinde doğru olduğunun o güzel hissini taşıyorak koşar sevdiklerine çabucak…

Not: Hayatın anlamını kavramak için ölümle burun buruna gelmeden önce kendimize şu soruyu soralım mı: "Bir saat ömrümüz kalsa onu nasıl geçirirdik?" Tabii ki sevdiklerimize sarılarak. Peki neden bunu yeterince vaktimiz varken uygulamıyoruz. Sevin, sevilin. Ailenizle hep birarada olun. İyi ki ben böyle geleneklerine bağlı bir ailede yeşermişim. Dönüp geriye baktığımda özenle bezenmiş bir şabat masası, ailem ve hep aklımda, ruhumda olan anneannemi anımsıyorum. Onu çok özlüyorum ama iyi ki o kutsal anları paylaşmışım onunla diyorum. Hepinize mutlu paylaşımlar…