Ankara-Washington hattında önlenemeyen kriz

ABD Başkanı Donald Trump ve Başkan Yardımcısı Mike Pence’in Türkiye’yi hedef alan tehditkar mesajları gerek içeriği gerekse kullanılan üslup bakımından Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir dip noktası teşkil ediyor.

Selin NASİ Köşe Yazısı
28 Temmuz 2018 Cumartesi

Aslında Ankara ile Washington arası epey zamandır gergin. Barack Obama yönetiminin Suriye’de IŞİD’e karşı mücadele kapsamında PKK’nın Suriye kolu YPG ile geliştirdiği işbirliğinden duyulan rahatsızlık, 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişimi ardından daha derin bir güvensizliğe doğru evirildi. Ocak 2017’de başkanlık koltuğuna oturan Trump’ın Türkiye’nin YPG ve FETÖ’ye ilgili güvenlik kaygılarına daha duyarlı yaklaşacağı, kendisiyle ortak bir dil oluşturabileceği beklentisi vardı Ankara’nın. Ancak şu son kriz böylesi bir yaklaşımın iyimserliğini bir kez daha ortaya koymuş oldu.

 

İzmir’de FETÖ ve PKK adına casusluk yaptığı iddiasıyla Ekim 2016’da tutuklanan Andrew Brunson’ın 18 Temmuz’daki dava sonrasında tahliye edilmesi bekleniyordu. Gerek iki ABD’li Senatör’ün Ankara ziyareti sonrası yapılan olumlu açıklamalar, gerekse NATO Zirvesi’de  Başkan Trump’ın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile verdiği dostane görünüm bu yöndeki beklentileri kuvvetlendirmişti. Ancak beklenilen olmadı. Önce diğer tanıkların dinlenebilmesi amacıyla dava Ekim’e ertelendi. Daha sonra sağlık sorunları sebebiyle Brunson’ın ev hapsine alındığı duyuruldu.

 

ABD’li yetkililer kararı olumlu bir gelişme olarak değerlendirirken, yeterli olmadığını belirttiler. Sonrası malum, Cumhurbaşkanı Erdoğan, tam da BRICS Zirvesi kapsamında Johannesburg’da Rusya ve Çin liderleriyle temaslarını sürdürürken, Başkan Yardımcısı Pence ve Başkan Trump’ın yaptırım tehditleri, ardından da Türkiye’den gelen cevaplar manşetlere taşındı.

 

Peki, ABD için Brunson davası neden bu kadar önemli? Brunson, Protestan mezhebi içinde Evanjelist geleneğine bağlı bir din adamı. Evanjelistler, ABD nüfusunun yüzde 25’ini oluşturuyor ve özellikle Cumhuriyetçi Başkan Trump’ın seçmen kitlesi içinde ağırlıklı bir yere sahipler. PRRI’ın Nisan 2018 tarihli araştırmasına göre Beyaz Evanjelist seçmenin yüzde 75’i Trump’ı destekliyor. Ayrıca Trump yönetiminde kritik pozisyonlarda evanjelistlerin bulunması da–Başkan Yardımcısı Mike Pence ve Dışişleri Bakanı Mike Pompeo gibi- Beyaz Saray’ı bu konunun sıkı takipçisi haline getiriyor.

 

Bununla birlikte Washington konuyu daha geniş bir perspektiften değerlendirmekte. Yapılan açıklamalarda talep edilen, yalnızca Brunson değil, Türkiye’de tutuklu bulunan ABD vatandaşları ve elçilik çalışanlarının serbest bırakılması. Kendi vatandaşlarının haklarını koruyamayan devlet imajının operasyonel sonuçlarından endişe eden Washington, bu kişilere yöneltilen suçlamaların asılsız olduğunu ve tutuklamaların siyasi koz olarak kullanıldığını düşünüyor. Bu algının giderek pekişmesi Türkiye’nin müttefiklik bağlarının sorgulanmasına ve yaptırım girişimlerine zemin hazırlıyor.

 

Geçtiğimiz şubat ayında gazeteci Deniz Yücel’in tahliyesine giden sürecin böylesi bir algının oluşmasında ne denli payı olduğu düşünmek gerek. Kriz devam ederken yabancı basın tarafından ortaya atılan ve Türk yetkililerince yalanlanan - İsrail’in Hamas bağı gerekçesiyle tutukladığı Ebru Özkan’ı serbest bırakmasının Brunson tahliyesine ilişkin anlaşmanın bir parçası olduğu- iddiası da birtakım pazarlıkların yürütüldüğünü, ancak belli bir noktada görüşmelerin tıkandığını düşündürüyor.

 

 

Göstere göstere gelen kriz

 

Diplomatik mesajların sosyal medya üzerinden verilmesi, krizleri besliyor maalesef. Özellikle hassas konuların  kamuoyu önünde ele alınması, atılacak adımların siyasi maliyetini artırdığından, liderlerin manevra alanlarını ciddi ölçüde azaltıyor. Bu da uzlaşmayı zorlaştıran bir durum yaratmakta. Trump yönetiminin Türkiye’ye- üstelik de köklü müttefiklik ilişkileriyle bağdaşmayan- bir üslupta yaptığı çağrı, teşvik edici olmaktan uzak. Zaten üst düzey yetkililer de bu tarzda küçük düşürücü ve tehditkar mesajların Türkiye tarafından kabul edilemez olduğunu dile getirdiler.

Öte yandan, ABD’nin elinde Türkiye’ye baskı yapacak çeşitli enstrümanlar mevcut.

Pence’in beyanatlarının öncesinde, Brunson davasını, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze alımıyla ilişkilendiren ve bu sebeple Türkiye’ye F-35 uçaklarının teslimatının durdurulmasını talep eden Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasa tasarısı (NDAA) Temsilciler Meclisi’nde kabul edilmişti. Tasarıda, Savunma Bakanlığı’nın 90 içinde Kongre’ye Türkiye F-35 programından çıkartıldığı takdirde bunun ikili ilişkilere ve ABD Savunma Sanayine etkilerini değerlendiren bir rapor sunması isteniyor.

 

Washington bir taraftan ekonomi kartını da göstermeyi ihmal etmiyor. Türkiye’nin uluslararası kuruluşlardan kredi almasını kısıtlayan “Türkiye Uluslararası Finansal Kurumlar Yasası” ABD Senatosu Dış İlişkiler Komisyonu’nda kabul edildi. Tasarı Senato ve Temsilciler Meclisi’nden geçtiği takdirde imza için Başkan Trump’ın önüne gidecek. Yine Türkiye karşıtları Magnitsky Yasası kapsamında insan haklarına aykırı kararlar aldığı düşünülen siyasetçileri hedef alan yaptırımlar–ABD’deki mal varlıklarına el konulması, hesapların dondurulması, ülkeye giriş çıkışların yasaklanması vb.- için de bastırıyor. Daha bir de açıklanmayan Halkbank kararı var.

 

Başkan Trump’ın siyasi şov merakı, tutarsız kişiliği ve danışmanlara kulak tıkayan yönetim tarzı, Ankara-Washington arasındaki tansiyonun nasıl düşürüleceği konusunda sağlıklı öngörüde bulunmayı zorlaştıran bir etken. Ancak tüm anlaşmazlıklara rağmen iki ülkenin tarihsel bağları, uzun vadeli güvenlik çıkarları düşünüldüğünde sağduyunun galip gelerek, bir noktada uzlaşma sağlamalarını bekleyebiliriz. Aksi takdirde olası yaptırımlar, Türkiye’yi ABD’den ve batı ittifakından uzaklaştırarak,  alternatif ortaklara en çok da Rusya’ya yaklaştırır.

 

Son tahlilde, Ankara-Washington arası tartışmaların diplomatik kanallardan sürdürülmesi yapıcı gelişmelerin de önünü açacaktır.