Siyah kırmızıyı yutarsa

Amerikan Soyut Dışavurumculuğunun en büyük ustalarından biri olan Mark Rothko’nun yaşam öyküsünü, resimlerindeki hüzün, acı ve melankoliyi, yaşadığı dönemin, ruhu üstünde yarattığı duyguları, düşüncelerini, tüm inançları eserlerinde birleştirmesini kaleme aldık.

Esra CARUS Perspektif
18 Temmuz 2018 Çarşamba

11 Eylül saldırılarının ertesinde işittiğim şu sözler, Yahudilik konusunda ne kadar az şey bildiğimi görmemi sağlamıştı: “Dünya 20. yüzyıla Dreyfus Davası ile antisemitizm, 21. yüzyıla Dünya Ticaret Merkezi saldırılarıyla da İslam fobi üzerinden girdi.”

Bu eşleştirme ilgimi çekmişti ve İslam Dünyası’nın 20. yüzyıl Yahudi deneyiminden öğrenecekleri olduğunu düşünmüştüm. Olağan şüphelilere bir yenisi mi ekleniyordu? İslam ve terör kelimelerini tamlayarak yükselen ırkçılık dalgasının içinde su yutmadan durabilmek çok güç. Bu bakımdan lokal de olsa diasporadaki Müslüman ve Yahudilerin ırkçılık karşıtı gösterilerde dayanışma sergilemesini çok değerli buluyorum. Yakınlarda New Jersey’de bir sinagogun, cemaatinin azalması nedeniyle, önce kilise ve bugün cami olarak işlevini sürdürdüğünü öğrendim. Tanrı aynı tanrı, mihrap aynı mihrap olduğuna göre kime ne?

Yahudilik, ibadethane ve New York sözcüklerini yan yana sıraladığımda yol beni Amerikan Soyut Dışavurumculuğu’nun en büyük ustalarından Mark Rothko’nun karşısına çıkardı.

Markus Yakovlevich Rothkowitz, 1913 yılında Rusya’dan Amerika’ya göç eden Yahudi bir ailedendi. Eczacı babası ABD’ye ayak basmalarından bir yıl sonra kanserden öldüğünde Rothko 11 yaşındaydı. Talmud eğitimi almış, keman çalan, çalışkan ve zeki bir çocuktu, dahası babasından da edebiyat zevki miras kalmıştı. Bu kayıptan sonra zorlaşan koşullar içinde bursla girdiği Yale Üniversitesinde uzun süre kalamadı, çünkü burada da ayrımcılıkla karşılaşmıştı. Zaten avukat ya da bankacı olmayı düşünmüyordu ve dünyayı değiştirecek yegâne şeyin sanat olduğuna inanıyordu.

1923’te New York’a giderek, sanat eğitimine başladı. Burada uzun yıllar dost olacağı ve aynı trajik sonla hayatı noktalanan Arshile Gorky ile tanıştı. Her ikisi de Amerikan Soyut Dışavurumculuğu’nun önde gelen isimlerinden olacaktı.

Rothko Kazak zulmünden kaçan; Gorky ise Ermeni Tehcirinden sonra Anadolu’nun bağrından, Van’dan ABD’ye sığınmış iki göçmen aileye mensuptu. Her ne kadar doğrudan şiddete maruz kalmamış olsalar da aileleri parçalanmış, anavatanlarından çok uzakta, köklerinden koparılmış insanlardı. Çaresizlikleri ve acılarının benzerliği üzerinden derin bir dostluk kurmuşlardı. Her ikisinin de resimlerindeki hüzün, acı ve melankolik dil birbirine benziyordu.

30’lar Amerikan ekonomisinin zor zamanlarıydı ve New York’ta hele hele ressam olarak hayatını sürdürmek çok güçtü. II. Dünya Savaşı yıllarında sanatın merkezi Paris’ten New York’a taşınırken mevcut Amerikan Sanatı, yerel temalarla ilgilenen figüratif bir sanattı. Avrupa’da totaliter rejimlerin sanatsal yaratıcılığı tehdit etmesi ve aynı zamanda ABD ekonomisinin de toparlanmaya başlaması nedeniyle çok sayıda sanatçı, eğitimci, düşünür ve eleştirmen sayesinde New York sanat ortamı hareketlenmişti.

Soğuk Savaş döneminde ABD, yürüttüğü bilinçli bir kültür politikasıyla, Avrupa’da on yıllardır süren ‘sanat toplum için mi, sanat sanat için mi?’ tartışmasına hiç girmeden, yeni ve özgürlükçü bir sanat anlayışına destek vermişti. 1935-1943 yılları arasında ‘Federal Sanat Programı’ adı altında bir kampanya yürütmüştü devlet. Yaklaşık 10 bin sanatçıya toplamda 150 bin kadar iş ürettirip, kamusal mekânlara duvar resimleri yaptırmıştı. Dünyanın her yerinden gelen sanatçılar kendi kültürlerinin yanı sıra bilhassa Avrupalı olanlar Kübizm, Sürrealizm, Konstrüktivizmin de repertuarını taşıyarak, Amerikan Soyut Dışavurumculuğu’nun (Abstract Expressionism) temellerini attı. Aynı zamanda köklerini kaybetmiş Avrupa ve çevresinden gelen göçmenlerle yeni bir Amerikan kimliğinin oluşmasında da Federal Sanat Programı çok etkili olmuştu.

Doğu sanatları ve mistisizme de ilgi vardı o yıllarda, savaşın yarattığı hüzünlü atmosferde insanlığın karamsarlıkla kendi içine yöneldiği bir dönemdi. Freud’dan, Young’dan ilham alan ama Amerikan etkileri olan bir hareketti Soyut Dışavurumculuk. Aklın başa çıkamadığı durumla tüm ruhlar çırpınıyordu ve soyutlama, zamanın gerçekliği olarak değerlendiriliyordu. Rothko, resimlerinin gerçekçi olduğunu söylerken, yaşadıkları dönemin ruhları üzerinde yarattığı duyguyu kastetmekteydi.

Soyut Dışavurumcular düşüncelerin yalın ifadelerinin peşindeydiler. Resimlerine isim vermek yerine numaralandırıyorlardı çoğunlukla, isim vererek belli bir kalıbın içine sokmak istemiyorlardı yapıtlarını. Derin düşüncelere dalmak ve yaşadıkları melankoliyi hissettirmekti gayeleri. İzleyiciye dünyayı sanatçının gözünden göstermek istiyorlar ve daha çok trajik hikâyeleri resmetmeye değer buluyorlardı. Rothko’nun sözleri de bu düşünceyi doğruluyor:

“Trajediler ve büyük acılar olmasaydı bugün taptığımız pek çok sanatçı bildiğimiz eserlerle var olamazdı. Sınırsız trajik deneyim bence sanatın beslendiği ana kaynaktır.”

Rothko’nun resimlerinde dinginlik veren meditatif bir yan vardır, içgözlemsel ve kendi gizemini yansıtan manevi resimler yapmanın peşindedir. Renklerle kelimelerin yapabileceğinden çok daha fazlasını hedefler. Resimlerinin yere yakın asılmasını ister, daha yakın temas kurarak izleyicinin yerçekimsiz bir ortamda, boşlukta yok olmasını arzular. Bu nedenle resmini çerçeveletmez, çünkü onu resme bakan ve resim arasında bir sınır olarak algılar. Renk alanlarının sınırları keskin değildir, havada süzülüyormuş gibi bir tamamlanmamışlık vardır, kendi ruhuna dönüşür Rothko’nun resmi.

Resimleri rekor fiyatları görüyor

50’li yıllarda ABD’de ekonominin gelişmesiyle, palazlanan yeni zengin sınıfın ve hızla kentleşmenin tezahürü olarak sanat pazarı da hareketlenmişti. Bu paralı ama bilgisiz zevatın “soyut sanatı” yüceltmesini de beraberinde getirmişti. Senatör McCarthy’nin kuş uçurtmadığı, kendiliğinden sansürlü, apolitik, yoruma açık ve olabildiğince bireysel bu akımın pazarlaması da kolaydı. Ancak tüketim dünyasını kıyasıya eleştiren Rothko, Amerikan sanatını ticari ve sığ bulan Avrupalı sanatçılara, sanatının kalitesiyle hiç de öyle olmadığını gösteriyordu. Resimlerinin evlerini dekore etmek isteyenlere, şömine üstü süsleme yapmak düşüncesinde olanlara uygun olmadığını sık sık dile getirirdi. Ancak istemese de bugün resimleri sanat pazarının rekor fiyatlarını görmektedir.

1958’de Kanadalı Seagram Şirketi’nin New York’taki merkez binasının içinde yer alacak olan Four Seasons restoranı için bir sipariş aldı. Artık ünlenmiş ve 55 yaşında bir sanatçıydı, son 30 yılda çok parasızlık çekmişti. Seagram’ın bu siparişi 35 bin dolar (Bugünün parasıyla 2,5 milyon dolar) değerindeydi; kabul etmeden önce çok düşündü. Amerikan Kapitalizmine teslim olmak istemiyordu, ancak yaşadığı zor günleri düşününce teklifi kabul etti. Yine de içine sinmeyen bir şeyler vardı bu teklifle ilgili olarak.

Bir akşam karısıyla bu restorana yemeğe gitti ve buradaki görkem ve şatafattan rahatsız bir şekilde, “Bir yemeğe bu kadar çok para veren insan benim resimlerime bakmaz” diyerek işi reddetmeyi düşündü. Ama gelgitleri olan biriydi, bir yandan bu insanların iştahını kaçıracak resimler yapmalıyım düşüncesi de vardı kafasında. Yapıtlarının dekoratif amaçla kullanılmasına yanaşmıyordu. Resimlerime bakıp duygusal bir deneyim yaşayanlar, ‘benim yaparken ağladığım bir resmin önünde ağladıklarında ancak resmim doğru yerini bulmuş olacak’ diye düşünüyordu. Kamusal alanlar onun daha çok arzuladığı yerlerdi. Nitekim bu resimleri Four Seasons yerine Tate Modern’e sembolik bir ücretle verecekti.

ABD’nin savaşta olduğu yıllarda, miyop olduğu için askere alınmamıştı. Yunan ve Roma trajedilerini inceledi o dönemde. Şiddet duygusunu resimlerine aktardı, kurban, katliam, hüzün, acı, kan ve ölüm resimlerinin konusu olmuştu. O savaşı zihninde eksiksiz şekilde yaşadı ömrü boyunca…

Dürtüsel, aklın baskısından kurtulmuş, özgürce ifade edebildiği duygunun tesiri geçene kadar resmine devam ederdi. Resimlerinin bilinmeyenden gelip başka bir bilinmeyene gittiğini söylüyordu ve bu resimler adeta zihninin dünyaya açılmış bir kapısı gibiydi.

Sormadan edemiyorum, dikdörtgen ve kare yüzeylerle bir tür mihrap veya geçit metaforu yapmış olabilir miydi?

 

Sanatın Kabesi; Rothko Chapel

Rothko müziğin insanda uyandırdığı güçlü hisleri, resmine bakan kişide de uyandırmak ve renklere kapılıp, sessizce düşünceye dalmalarını istemişti. Mozart dinleyip, felsefi resimler yapıyor, adeta resminin önünü bir dua yerine çevirmek istiyordu. “Eğer insanlar resimlerimi anlıyor olsalar, ancak bakıp bakıp ağlamaları gerekir” demişti bir keresinde. Ağlama Duvarı mıydı resimleri? Kardeşlerinin küçükken onu haham diye çağırmaları belki bu yüzdendi, inancını ve bilgisini sanatsal üretimine aktarmak istemiş olabilirdi. İzleyene huşu ve teslimiyet içinde bir deneyim yaşatmayı arzuluyordu belki. Boyayı katmanlar halinde kullanıp, aralarındaki geçişleri de silerek, sınırlarını yok etmekteydi. Köşeleri yumuşatıp mekândan ve zamandan koparmak isterdi izleyeni.

1964’te Teksas, Houston’da bir kilise için 14 adet resim siparişi aldı. Ünlü petrol zengini ve koleksiyoner Menil Ailesi, farklı inanç sistemlerinin, gelenek ve inanışların ortak olarak kullanabilecekleri bir şapel yaptırmak istiyordu. Ziyaretçileri spritüel veya sanatsal deneyim yaşayacakları, bir hoşgörü çatısı altında birleştirmek istiyorlar; her din ve inanıştan insanın sığınabileceği kutsal bir yer olmasını hedefliyorlardı. O sıralar ününün zirvesinde olan Rothko ile çalışmak istemişlerdi. Zaten herkese açık bir hac yeri, bir meditatif alan yaratmak en büyük hayallerindendi sanatçının da. Bu ailenin din ve sanat konusundaki tutkusunun temsili olacaktı Rothko Şapel. 1971 yılında açılan ve halk arasında ‘Sanatın Kabesi’ olarak anılan Rothko Şapelin bir ikona dönüşmesinin nedeni, bir yıl önce sanatçısının intihar etmesiydi. Bir anlamda kendi mozolesini inşa etmişti.

Hiçliğin girdabında kaybolmuştu. Varoluş sıkıntılarını yaşarken içindekiyle yüzleşmeye çalışıyordu. Son yıllarında ölüm düşüncesiyle çok ilgiliydi, siyah renge yönelmişti. Bir arkadaşına, hayatta en korktuğum şey, bir gün siyahın kırmızıyı yutacak olması’ demişti. Alkol, sigara ve sağlık sorunlarıyla beraber ruhsal çöküşü hızlandı. İntiharından sonra esas trajediyi geride bıraktığı 6 yaşındaki oğlu ve 19 yaşındaki kızı yaşadı. Babalarının ardından 6 ay sonra anneleri de ölmüş, büyük hukuki sorunlar ve tazminatlarla yıllarca boğuşmuşlardı.

Hem entelektüel hem de manevi yönden bu kadar donanımlı birinin, bastırdığı kötülüğünü görememesi basit bir insanlık durumuyla izah edilebilir herhalde; derin öfkesiyle yüzleşememişti işte. İdeali arzularken yıkıp dökerek gidivermişti. O sanatın tüm duygularını tamamlanmış bir biçimde yaşatabilme gücü olup olmadığını sorguluyordu oysa. Ama Mark Rothko parçalanmış ruh dünyasını değilse bile tüm inançları eserleri önünde birleştirmeyi başarabilmişti.

 

KAYNAKLAR

12.11.2015 NY Times, In ‘Mark Rothko: From the Inside Out’

Modern Sanatın Öyküsü, Norbert Lynton