Aşkın psikolojisi üzerine: ‘Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’

“Beni teselli edecekler ve birtakım sözcükler söyleyecekler, sözcükler, sözcükler… Fakat ne yardımı dokunabilir ki sözcüklerin bana? Biliyorum, ondan sonra yine yalnız olacağım. Ve, insanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yoktur.” Stefan Zweig

Perspektif
30 Mayıs 2018 Çarşamba

Deniz Saygı

 

Eserlerinde, psikolojik tahlilleri muazzam bir titizlikle yapan Avusturyalı Yahudi Yazar Stefan Zweig (1881 – 1942)’ın ‘Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’ (Özgün Adı: Brief Einer Unbekannten) adlı eseri, Ahmet Cemal tarafından Almancadan Türkçeye çevrildi. Ahmet Cemal’in de belirtmiş olduğu üzere Zweig, ruhsal gel – gitleri ve duygu aktarımlarını ustalıkla betimlediği bu novella’yı 1920’li yılların ilk yarısında kaleme aldı.

Eser, 19. yüzyılın sonlarına doğru olan bir dönemi kapsamaktadır. Bu dönemde Avrupa’daki hızlı sanayileşme, yeni ideolojilerin doğması ve bunların dünya siyasetini etkilemesi, sınırların değişmesi ve en sonunda da bir dünya savaşı ortamının oluşması bir nevi bir kronolojik sırayla bu novella’da ‘bilinmeyen bir kadının’ çocukluğundan başlayarak ölümüne kadar olan sürecin metaforik bir anlatımla verilmesiyle betimlendi. Çünkü imparatorlukları ve büyük devletleri oluşturan hem bürokratik hem de toplumsal sistemler aynı yıkımı diyalektik bir süreçte yaşamışlardır. Bu yıkımı, ‘bilinmeyen bir kadının’ hayatı boyunca yaşadığı tutkuların ve travmaların psikolojik tahlilleri üzerinden görmekteyiz.

“Yalnız başıma evde oturuyordum, saatlerce, günlerce ve seni düşünmekten başka hiçbir şey yapmıyordum, sana ait yüzlerce küçük anıyı, her karşılaşmayı, her bekleyişi kendim için yeniliyordum, bu küçük olayları birer tiyatro oyunu gibi kendime oynuyordum.” (sayfa 21)

Novella, ‘yabancı ve huzursuz bir kadın elinden çıkma, acele kaleme alınmış yaklaşık iki düzine sayfa’ olarak betimlenen uzun bir mektubun ‘R.’ adındaki tanınmış bir roman yazarı tarafından okunmasıyla başlıyor. Çocukluğundan beri sevdiği tek erkek için duygularını satırlara döktüğü bu mektupta, ‘mektubu gönderen kişinin’ yani ‘kadının’ ismini asla öğrenemiyoruz. Çünkü bu ‘bilinmeyen kadın’, isimlere bağlı kalmadan yaşanmışlıklarıyla betimliyor kendisini. “Sana, beni asla tanımamış olan sana …” hitabıyla başlayan mektubu ‘R.’ ile birlikte okurken tanımlanan satırların ‘karşılıklı bir aşk’ olmadığını anlıyoruz. Çünkü bu ‘aşk’ın tek bir tarafı var o da ‘bilinmeyen bir kadın’.

“Arada sırada gözlerim bütünüyle kararıyor, belki bu mektubu bile tamamlayamam – fakat bütün gücümü toplamak istiyorum, bir defa, sadece bu defa seninle konuşabilmek için, seninle sevgilim, sen ki, beni asla tanımadın.” (sayfa 3)

Tutkularımız bizi insan yapar. Tutku bazen dünyanın saklı tüm gizemlerini öğrenmeyi ister bazen de tek bir olguyu. ‘Bilinmeyen bir kadın’ için de bu tek olgu ‘R.’ye çocukluğundan beri duyduğu aşkın fark edilmesi… İnsanların kayıpları ne kadar büyükse, acılarını yansıtmaları da o denli etkili olur. Bu yansıma ise ‘R.’ye, ‘bilinmeyen bir kadın’ tarafından, varlığından haberi olmadığı çocuğu öldükten sonra gönderdiği mektup ile birlikte oluyor - ‘Suçlama’ içeren bir mektuptan daha çok ölümden az önce yazılmış bir ‘feryadı’ anımsatırcasına…

“Ben sana bütün hayatımı, hakiki anlamda ilk defa seni tanıdığım gün başlamış olan o hayatı anlatmak istiyorum. Ondan önce yalnızca bulanık ve karışık bir şeyler vardı, hatırlama çabalarıyla asla derinine inilemeyen bir şeyler, belki toz tutmuş, örümcek ağlarıyla örülmüş, karanlık yüreğimde hiçbirinin bilgisi bulunmayan nesnelerle ve insanlarla dolu herhangi bir mahzen.” (sayfa 4)

Eserlerinde genel olarak, yaşadığı dönemin önemli burjuvazilerinin prototipini taşıyan karakterlere yer veren Stefan Zweig, ‘sıradan’ ve ‘önemsiz’ sayılabilecek yaşanmışlıkları tıpkı Sigmund Freud ve Carl Gustav Jung’un yaptığı gibi - cinsiyet fark etmeksizin - büyük bir ustalık içeren ve ayrıntılarla harmanlanmış psikolojik tahliller ile adeta bir ‘başyapıt’a dönüştürüyor. Bu eserde de bunun önemli bir örneğini görmekteyiz.

“Matemdeydim ve matem tutmak istiyordum, seni görmekten yoksun oluşuma, kendimi mahkûm ettiğim bütün öteki yoksunlukların esrikliğini ekliyordum. Ve ayrıca dikkatimin sadece sende yaşamaya ilişkin tutkumdan başkaca bir şeye kaymasını istemiyordum.” (sayfa 21)

‘Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’ adlı novella hem çocuk hem de kadın psikolojisini oldukça başarılı bir şekilde yansıtıyor. Çünkü çocuksu isteklerimiz ve arzularımız bizi hangi yaşımızda olursak olalım alt metinde etkileyen en güçlü kodlardan biridir. ‘Bilinmeyen bir kadın’ı oluşturan yapıtaşı ise sevgi konusunda hâlâ çocuksu saflığını korumasıdır. Bu kadın, çocukluğundan gelen manevi eksiklikleri, hayatı boyunca tutkuyla ve tek başına yaşadığı ‘aşk’ ile doldurmaya çalışmıştır. ‘R.’ye yazmış olduğu mektupta, “Ölmüş olan biri artık hiçbir şey istemez, sevilmeyi de, kendisine acınmasını da, teselli edilmeyi de istemez” dizelerini betimleyen ‘bilinmeyen bir kadın’, sona geldiğinde bu ‘ölümsüz’ aşkın ona yaşatmış olduğu her türlü acı ve mutluluk ile ağzımızda kekremsi bir tat bırakarak ölümle buluşmuştur.

Stefan Zweig da ‘Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’ adlı eseri aracılığıyla herkesin hayatının bir döneminde cevaplandırmaya çalıştığı önemli bir sorunun cevabını bulmaya çalışıyor: Böylesine ‘tek başına’ yaşanan bir aşka gerçekten ‘aşk’ denilebilir mi?