Toy İstanbul’da iki etkileyici çalışma:

Rajiv Joseph ‘Ölümcül Çocuk Parkı Yaraları’

Erdoğan MİTRANİ Sanat
11 Nisan 2018 Çarşamba

“Orada çatıda sıkışmış kazığa çakılmışım, etrafımda bir sürü melek var, bir sen yoksun.”

Bu yıl önemli atılımlar yaparak İzmir’de sahne açan Toy İstanbul, seyyar topluluklara mekân oluşturmak gibi önemli işlevinin paralelinde, kendi prodüksiyonlarını da sahnelemeye başladı.

İlk prodüksiyonları ‘Gruesome Playground Injuries / Ölümcül Çocuk Parkı Yaraları’, ilk gösteriminden beri eleştirmenler ve izleyiciler tarafından çok beğenilen ödüllü ‘Tac’ın Nöbetçileri’nin ardından, Rajiv Joseph’in bizde sahnelenen ikinci oyunu

1974 Cleveland doğumlu oyun yazarı Joseph, Fransız-Alman kökenli Amerikalı bir anne ile ABD’ye göçmen olarak gelip yerleşmiş Hintli bir babanın oğlu. Üniversitede yaratıcı yazarlık eğitiminin ardından Amerikan Barış Gönüllülerine katılarak Senegal’de üç yıl görev yapmış. 2006’dan bu yana, ezber bozan, insan doğasının gücünü ve tehlikelerini sorgulayan, ırkçılık konusunda korkusuz oyunlar yazıyor.

İzleyiciyi aşk ve bağlılıkla ilgili en derin yaralarıyla yüzleşmeye davet eden ‘Ölümcül Çocuk Parkı Yaraları’, sıra dışı bir aşk hikâyesi. “Sevmek, sevilmek, büyümek, yaralanmak ve yaraları sarmakla ilgili tüm mahremiyetimize ışık tutan, aşkı kendimizde yeniden keşfetmemiz için cesaretlendiren, kışkırtıcı, yalnız ve hüzünlü çağdaş bir aşk masalı.”

İlk kez okul revirinde karşılaştıklarında, mide ağrıları çeken sekiz yaşındaki Kayleen, bisikletini okulun çatısından aşağı sürerek haşat olan Doug’a “acıyor mu?” diye sorar. Bu karşılaşma, büyük bir aşka ve kronik bir yaralanma silsilesine dönüşür.

Otuz yıl boyunca hasarlar, kendini yıkıcı davranışlar, kalp kırıklıkları, ikiliyi acil servislerde, yatak odalarında, cenazelerde ya da akıl hastanelerinde karşı karşıya getirecek, yolları durmaksızın kesişse de hiçbir zaman tam olarak birleşemeyecektir.  

Delikanlı genç kıza, ya da genç kız delikanlıya “Oraya dokunabilir miyim?” dediği zaman, biz normalde ‘ora’yı, bir erojen bölge olarak algılarız. Bu ikili içinse ‘ora’, açık bir yara ya da boşalmış bir göz çukuru anlamına gelebiliyor. Kendi yaralarını sarar gibi aşkın yaralarını da sarmaya çalışan, sevgisiz bir babanın kızı, kırılgan, depresif, kendini kesen Kayleen ile havai fişeklerle oynayan, fırtınada elektrik direklerine tırmanan, kazaya eğilimli Doug’un ilişkisi geleneksel anlamda platonik kalsa da, sanki onlar bilinçaltında fiziksel acının seksten daha bağlayıcı olabildiğinin farkındalar.

Ölümcül Çocuk Parkı Yaraları’nın, karşısındakinin ya da kendinin canını yakma dürtüsü üzerinden, “mutsuz aşk aracılığıyla yıkım” temasının çekiciliğine kapılmasını, Joseph’in karakterlerine sevecenlikle, yargılamaksızın, yorum getirmeksizin tarafsız yaklaşımı engelliyor. 

80 dakikalık oyunu sekiz sahneye bölen Joseph, öyküyü toparlamayı ve aralardaki boşlukları doldurmayı, zamanda gidiş gelişlerin izini süren seyirciye bırakarak, kahramanlarının yaşamlarından farklı anları kronolojik olmayan bir düzenle sıralıyor. İzleyici için keyifli ve heyecan verici bir keşif yolculuğu.

Sami Berat Marçalı’nın Türkçeye kazandırdığı oyunu, sahneye çıktığı ilk günden beri, benzersiz yeteneğini geliştirerek olağanüstü bir oyuncuya dönüşen, geçen yıl ‘Eve Dönüş’ ile üst düzey bir yazar-yönetmen de olduğunu kanıtlayan Barış Gönenen yönetiyor. Çok ilginç dekor ve ışık tasarım Onur Alagöz’e ait.

Akıcı, rahat ve etkileyici sahnelemesinde, oyunculuktan gelen bütün yönetmenler gibi, Barış Gönenen, iki genç oyuncusundan, Merve Bulut ve Ümit Yaşar Bekar’dan dört dörtlük bir yorum elde ediyor. Özellikle yaşlarını belirten hiçbir makyaj olmaksızın, çocuktan yetişkine otuz yıllık fiziksel değişimleri başarıyla, sadece güçlü oyunculuklarıyla aktarıyorlar.Çok iyi bir metnin çok iyi sahnelenmesi. 13, 28 Nisan ve sezon boyunca Toy İstanbul’da Mutlaka izleyin derim.

 

Ceren Ercan’ın Türkiye Üçlemesi II. Bölüm ‘Berlin Zamanı’

Ben yapabilir miyim? Burada olur mu? Egzotik değilim, lezbiyen değilim. Kendimden yeni bir şey çıkarabildim mi? Heteroseksüel, uslu, Avrupalı gibi bir Türk. Gibi! Burada ne işe yarıyorum?”

Yazar ve dramaturg Ceren Ercan, detaylı adı ‘Türkiye Üçlemesi: Gidenler, Kalanlar, Saklananlar’ olan dizisinde, ülkeden gitmek mi kalmak mı sorununu üç oyun üzerinden derinlemesine irdeliyor.

Üçlemenin Bakırköy Belediye Tiyatroları tarafından, Yelda Baskın’ın yönetmenliğinde hâlen sahnelenmekte olan ilk oyunu ‘Seni Seviyorum Türkiye’, bir çamaşırhanede buluşturduğu beş farklı karakter üzerinden ‘ülkede kalmak/ ülkeden ayrılmak’ ikilemini işleyen çok başarılı bir çalışma. 

Ceren Ercan ve Mark Levitas tarafından kurulmuş olan Platform Tiyatro ile Alman fringe ensemble ortak yapımı olan üçlemenin ikinci halkası ‘Berlin Zamanı’, eğitimli, kendini Türkiye’nin Avrupalı yüzü olarak tanımlayan bir genç kuşağın, Türkiye’den ayrılıp başka yerlerde, özellikle Avrupa’da yaşama hayallerine odaklanarak üç gencin İstanbul ve Berlin sokaklarında geçen hikâyesini anlatıyor. Türkiye’nin mevcut siyasi ikliminde var olamamanın sancısını çeken, kendilerini güvende hissetmediklerinden özgürce yaşamak amacıyla Berlin’e göç dalgasının, New-Wave’in parçası olan bu gençler, hayaller ve gerçekler arasında “Geleceği başka bir ülke ile kurmak mümkün mü?” sorusunun cevabını arıyorlar.

İstanbul’daki yaşamından umudu kesmiş Gizem (Ezgi Çelik) Berlin’e gitmeden önce, “Kendi cenazemi kaldırıyorum” diyerek, dünyanın dört bir yanından topladığı eşyaları satılığa çıkarıyor. Genç kadını Berlin öncesi, İstanbul’un geceleri tekinsiz yollarında, Maçka Parkında, Moda’da bir evin arka bahçesinde izliyoruz.

Berlin’de dedesinin izin süren Eren (Kutay Kunt), geceyi geçirebilmek için partilerde sabahlıyor. Belki de genç adamın Berlin’de kalacak yeri bile yoktur… Barda hamile bir kadınla laflarken kendisiyle yüzleşiyor.

Sinemada kariyer yapmayı hayal eden genç kadın oyuncu Deniz (Tuğçe Altuğ), arkadaşlarıyla bindiği takside, şoförün Türk olduğu ortaya çıkınca, kendini politik bir sohbetin içinde buluyor ve hiç istemese de Türkiye’ye dair sorunlara dalmak zorunda kalıyor.

Ceren Ercan’ın, konunun ciddiyetini göz ardı etmeksizin, eleştirel olduğu kadar mizahi bir bakış açısıyla zekice kurguladığı çok sağlam metni, bu ve bunun gibi anekdotlardan oluşuyor. Öykücükler pek o kadar kesişmese de bu yamaişi-patchwork yapının elemanları, giderek bir yapbozun parçaları gibi birbirini tamamlayarak etkileyici bir bütünlüğe ulaşıyor.

İstanbul’da birçok oyun sahnelemiş olan Frank Heuel, bu ‘iki arda bir derede’ kalışı müthiş bir başarıyla sahneye taşıyor. Hikâye anlatıcılığı ile fiziksel tiyatroya göz kırpan mizanseni, oyuncu – izleyici iletişimini üst düzeyde tutarak ‘Berlin Zamanı’na nerdeyse interaktif bir tat getiriyor. Yönetmen olarak birbirinden parlak buluşları var. Hepsi birbirinden etkileyici ama “televizyon ekranıyla diyalog” unutulur gibi değil.

Annika Ley’in minimalist dekoru, Cem Yılmazer’in ışık ve Ömer Sarıgedik’in ses ve müzik tasarımları da çok başarılı. Ezgi Çelik, Kutay Kunt ve Tuğçe Altuğ’un üçlü performansı tek kelimeyle kusursuz. Bitmez tükenmez bir enerjiyle sadece üç ana karakteri değil, öykünün gerektirdiği tüm yan rolleri de üstleniyorlar. Sadece oyunculukları değil, beden dilleri ve diksiyonları da çok iyi.

(Tiyatro eğitiminin en önemli öğesi olan diksiyon, oyunculuğun olmazsa olmazıdır ama, genç kuşakta heceleri yutma ve yanlış vurgulama o kadar yaygınlaştı ki, gereksinim olan iyi diksiyonu bulduğumuzda meziyetmiş gibi algılamaya başladık. Her neyse bu üçlü hem çok güzel hem de çok doğru konuşuyor.)

İlk kez sahnede izlediğim Ezgi Çelik ve Kutay Kunt çok iyiler. İkisini de tiyatroda çok başarılı bir kariyer bekliyor. ‘Kabileler’den beri hayran olduğum, her yeni yorumunda bizleri şaşırtmaya devam eden, ‘Kelebekler’le sinemada da yılın en iyi kadın oyuncusu olmaya aday Tuğçe Altuğ müthiş bir oyuncu.

Çok sağlam bir metnin nefes kesici bir yorumu. 12 Nisan Toy İstanbul’da. Arada Berlin’e de gittikleri için diğer oyun tarihlerini internette aramanızı tavsiye ederim.