Sinema maratonu başlıyor

6 - 17 Nisan tarihleri arasında yapılacak 37. İstanbul Film Festivali programında 210 film yer alıyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
4 Nisan 2018 Çarşamba

43 ülkeden 218 yönetmenin elinden çıkma 210 filmlik zengin programlı festivali dokuz salonda izleyebileceğiz. Şubat sonu yapılan Berlin Film Festivali’nde kendisinden söz ettiren, aralarında beşi ödüllü filmlerin tamamına yakınını 37. İstanbul Film Festivalinde izleyebileceğiz.

‘Bergman 100 Yaşında’ bölümünde İsveçli ustanın dokuz başyapıtı, Venedik Festivali’nin ödüllü üç filmi de programda yer alıyor. Kaçırılmaması gereken film, Lynne Ramsey’in Cannes’dan çifte ödüllü ‘You Were Never Really Here’i. İsrail sineması rekor sayıda filmle (6) görücüye çıkıyor.

 

İlkbaharı müjdeleyen İstanbul Film Festivali 17 Nisan tarihleri arasında (aralarında Nişantaşı City’s’in de bulunduğu) dokuz salonda yapılacak.

43 ülkeden 218 yönetmenin 210 filminin gösterileceği 37. İstanbul Film Festivali’nde şubat sonu yapılan Berlin Film Festivalinde gösterilen on film, Venedik’ten üç film var.

Festivalde ‘Bergman 100 Yaşında’ bölümünde on Türk yönetmenin seçtiği dokuz Bergman klasiği gösterilecek. Cinemania bölümündeki yerli-yabancı on kült film arasında ‘Paris-Texas’ ve ‘Siyah Gelinlik’ öne çıkıyor.

Wim Wenders’in başyapıtı ‘Paris, Texas’ (1984), son 40 yılda izlediğim ‘Ucuz Roman/Pulp Fiction’dan sonraki en iyi film. Fransız Yeni Dalga akımının önde gelen temsilcisi François Truffaut, festivalde ‘Siyah Gelinlik/La Mariée Etait En Noir’ (1968) adlı başyapıtıyla anılacak. Bu son iki film ve dokuz Bergman filminin dışında, bu yazımda Cannes’da izlediğim on filmden bahsedeceğim.

Mayıs ayında Cannes’da 50. sanat yılını kutlayan André Techiné’nin ‘Çılgın Yıllarımız/Nos Années Folles’ adlı son filmi, I. Dünya Savaşı sırasında askerden kaçan bir gencin gerçek olaylardan esinlenen öyküsünü anlatıyor. Fransa’ya 21 yıl aradan sonra ‘Sınıf/Entrée les Murs’ ile Altın Palmiye kazandıran Laurent Cantet, yine Robin Campillo ile senaryosunu birlikte yazdığı ‘Atölye/L’Atelier’, bir grup genç yazar adayının, ünlü bir yazarın rehberliğinde yaptıkları atölye çalışmasına odaklanıyor.

Komedi filmleriyle tanınan Olivier Nakache-Eric Toledano ikilisi son filmleri ‘Düğünümüz Var/Le Sens de la Féte’te, huysuz bir düğün planlayıcısının başından geçen komik olayları anlatıyor.

Prestijli Fransız kadın yönetmen Anne Fontaine, son filmi ‘Marvin’de, aktör olma hayaliyle köydeki evinden ve bunaltıcı hayatından kaçan bir çocuğun ibret verici öyküsünü anlatıyor.

İran sinemasının gelmiş geçmiş en büyük ustası Abbas Kiarostami, ölmeden önce fotoğraf tutkusunu sinemaya taşıdı. ‘24 Kare/24 Frames’, fotoğraf ve tablolardan oluşan 24 kısa filmden oluşuyor.

Yukarıda saydıklarımın dışında kalan, izlediklerim arasındaki bir filmi, Lynne Ramsey’in ‘You Were Never Really Here’i tüm okurlarıma tavsiye ediyorum.

ÇİFTE ÖDÜLLÜ BAŞYAPIT

İKSV’nin filmekimi programına alınmasına rağmen gösterilemeyen ‘You Were Never Really Here’i sinemaseverler altı aylık bir rötarla izleyebilecekler. Son Cannes Festivalinin çifte ödüllü bu tek filmi, yönetmeni İskoçyalı Lynne Ramsey’i En İyi  Senaryo Ödülü’ne ortak ederken, oyuncusu Joaquin Phoenix’i En İyi Aktör yapmıştı.

Sosyopat bir savaş gazisi rolünde kariyerinin ilk ödülünü kazanan Phoenix, sanat hayatının en parlak kompozisyonunu çizmişti.

İnsanları tedirgin eden, sıkıntıya sokan öyküleriyle tanınan Lynne Ramsey bu dördüncü filminde bir intikam hikâyesi anlatıyor.

30 kilo şişmanlamış haliyle tanımakta zorlandığımız Joaquin Phoenix, yaşlı annesinden başka kimsesi olmayan, kimseyle görüşmeyen, geçimini kayıp çocukları bulmakla sağlayan, küçük bir kızı seks tacirlerinin elinden kurtarmaya çalışırken her türlü şiddete başvurmaktan çekinmeyen, asosyal tetikçi Joe’yu oynuyor.

Hiçbir beklentiye prim vermeyen, kafa karıştırıcı, her sekansı can alıcı filmde, Ramsey polisiye kurgusu içinde hikâye anlatımında devrim yapıyor. Tanıdık motifler olsa da bu filmde kan gövdeyi bambaşka yollardan götürüyor. Jonathan Ames’in romanından senaryosunu yazdığı filmde Ramsey klasik anlatımı reddeden yaratıcı kurgusu ve karanlık atmosferiyle öne çıkıyor. Festival programının en iyisi olarak gördüğüm film izlenmeyi hak ediyor.

Venedik’ten filmekimi’ne yetişemeyen üç filmi İstanbul Film Festivali’nde izleyeceğiz. Bunların ilki olan İran filmi ‘Tarihsiz, İmzasız/No Date, No Signature’, Vahid Jalilivand’a En iyi Yönetmen, Navid Mohammed Zaoleh’e En İyi Aktör Ödülü’nü getirdi.

Venedik jürisi ‘Hannah’ filminin başkarakterini canlandıran efsanevi aktris Charlotte Rampling’i En İyi Kadın Oyuncu Ödülü ile taçlandırdı. Rampling filmde, hapse giren eşinin arkasında durmayı seçen ancak kendi oğlu tarafından bile dışlanan bir kadını canlandırıyor.

Görkemli eşcinsel aşk öyküsü ‘Mavi En Sıcak Renktir/La Vie d’Adéle’ başyapıtıyla 2013 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan Abdullatif Kechiche, son filmi ‘Kısmet Sevgilim: İlk Şarkı’ ile Venedik’te En İyi Yapım Yönetimi Ödülü’nün sahibi oldu. Yaz mevsiminin tüm sıcaklığını üzerinde taşıyan, müzikle dolu bir film.

İsrail altı filmle festivalde

İsrail sineması İstanbul Film Festivali’nde rekor sayıda filmle temsil ediliyor. Tanımadığım beş İsrailli yönetmenin filmlerinin dışında, hayranı olduğum Amos Gitai’nin son filmi programda yer alıyor.

Militarist bir ülkede yaşayan, ancak solcu ve muhalif bakışıyla tavizsiz usta sinemacı Amos Gitai yapıtlarıyla, ortadoğu sorununa, taraflara eşit mesafede davranmasıyla ünlü.

Bu tavrını, son Cannes Film Festivali’nin ‘Yönetmenlerin 15 Günü’ bölümünde gösterilen ‘Şeria Nehrinin Batısı/West of the Jordan River’ belgeselinde de sergilemeyi sürdürüyor.

Yine belgesel türdeki bir önceki filmi ‘Rabin, The Last Day’ (2015) başyapıtında olduğu gibi, Gitai bu filminde de ‘Barış nasıl gelir, uzlaşma sağlanabilir mi?’ sorularına cevap arıyor.

‘Savaş Günlükleri’nden 35 yıl sonra, bir kez daha Batı Şeria üzerinden İsrail- Filistin sorununu ele alan Gitai, kamerasını bazen sokaklarda bu köklü sorunun etkileriyle nefret dilini konuşanlara çeviriyor. Filmin en sevimli sekansını İsrail’e karşı olan nefretini kusan on yaşlarındaki Filistinli çocuğun içten ve samimi monoloğu oluşturuyor.

Gitai, barış getirmeye çalışanlara da mikrofonunu uzatıyor. İnsan ihlalleri hakkında konuşan İsrailli askerler, yakınlarını kaybeden İsrailliler ile Filistinlilerin birlikte çalıştığı bir dernekte kadınların öne çıktığı söyleşiler son derece ibret verici.

‘Kadosh’ (1999), ‘Serbest Bölge’ (2005), ‘Kippur’ (2000) gibi başyapıtların yaratıcısı Amos Gitai’nin on ay önce Cannes’da büyük keyifle izlediğim belgeseli festival süresince üç kez gösterilecek. Kaçırmayınız.

Eliran Elya’nın ‘Şüphe/Mutalim Besafek’i bir ilk film. ‘Gözleri Tamamen Açık’tan tanıdığımız Ran Danker’in canlandırdığı Fair Assi, yaptığı motosiklet kazasından sonra zorunlu sosyal hizmet verme cezasına çarptırılır. Bu duygusal yolculukta Elya karakterlerine hümanizmle yaklaşıyor.

Tamir Elterma- Rina Cittollander ikilisi ‘Muhi’de hastalık yüzünden elleri ve ayakları kesilmiş yedi yaşındaki Gazzeli çocuğun İsrail’de bir hastanede geçirdiği günlere odaklanıyor.

Savi Gabizon’un ‘Hasret’i ebeveyn kurumunu masaya yatıran hüzünlü bir komedi.

Matan Nair, ‘İskele’de eğitim, erkeklik ve aile kurumuna ilginç bir bakış atıyor.

Berlin’de yaşayan İsrailli yönetmen Ofir Raul Graizer, Alman bir fırıncı ve dul kalan bir İsrailli kadın üzerinden dış kimliklerle tanımlanmak istemeyenlerin hikâyesini anlatıyor.

BEŞİ ÖDÜLLÜ BERLİN FİLMLERİ

Berlin Film Festivali’nin öne çıkan on filmi programda yer alıyor. Bunların beş tanesi en önemli ödülleri paylaşan filmler.

Altın Ayı ile başlayalım. Rumen yönetmen Lucian Pintilie’nin 38 yaşındaki kızı Adina, senaryosunu yazıp yönettiği ilk uzun metrajlı filmi ‘Dokunma Bana/Touch Me Not’ ile Berlin’in en büyük ödülünü kazandı. Cinsel fetişler, yakınlık ihtiyacı, estetik gibi kavramlar arasında gezinen ve bütün bunları felsefi bir zeminde perdeye yansıtan bu film, ön yargıların ne kadar yıkıcı olduğunu gözlemleyen deneysel bir dram.

Berlin Film Festivali’nin Açılış Galasında gösterilen animasyon filmi ‘Köpek Adası/Isle of Dogs’, yaratıcısı Wes Anderson’a En İyi Yönetmen Ödülü’nü getirdi. Konusu Japonya’da geçen film, yaşadığı kentteki bütün köpekler bir adaya sürülünce kendi köpeğini aramak için adaya giden bir çocuğun hikâyesi.

İkincilik ödülü sayılan Jüri Büyük Ödülü’nü Berlin’de evvelce En İyi Yönetmen seçilen Polonyalı genç kadın senarist- yönetmen Malgorzata Szumowska, ‘Yüz/Mug’ ile kazandı.

Yüz nakli ameliyatı üzerinden derin bir kimlik ve toplum eleştirisi yapan film, kimlik, beden ve toplum politikalarına ciddi ancak kara mizahı ihmal etmeyen bir bakışla yaklaşıyor.

Paraguaylı senaryo yazarı-yönetmen Marcelo Martinessi, ilk uzun metrajlı filmi ‘Mirasçılar/Las Herederas’ ile başrol oyuncusu Ana Brun’u En iyi Kadın Oyuncu Ödülü sahibi yaptı. Ailelerinden kalan mirasın son kırıntılarını da satınca çaresiz kalan iki kız kardeşin öyküsü, sınıf farklılıklarına ve kadın özgürleşmesine özgün bir bakışla yaklaşıyor.

Fransız senaryo yazarı-yönetmen Cedric Kahn onuncu uzun metrajlı filmi ‘Dua/La Priere’in başrol oyuncusu Antony Bajon’a En İyi Aktör’e verilen Gümüş Ayı Ödülü’nü kazandırdı. Bajon’un genç bir eroin müptelasını canlandırdığı film, disiplin, çalışma, dostluk ve dua etmenin dönüştürücü gücünün keşfini anlatıyor. ‘Trafik’ ile En İyi Yönetmen Oscar Ödülü sahibi Amerikalı prestijli yönetmen Steven Soderberg, son filmi ‘Saplantı/Unsane’in dünya prömiyerini Berlin’de yaptı. Film geçmişte peşine takılan eski sevgilisinin onu izlediği hissinden kurtulmak için psikolojik destek almaya giden, ancak arzusu dışında hastanede tutulan bir kadını izliyor. Bu psikolojik gerilimde, sinemayı birkaç kez bırakacağını söyleyen Soderberg, izleyicisini sıkça ters köşeye yatırıyor.

Katalan yönetmen Isabel Coixet’in Berlin’de dünya prömiyerini yapan filmi ‘Sahaf/The Book Shop’, tek başına bir kadının (Emily Mortimer) topluma karşı verdiği mücadeleye odaklanıyor.

Yine prömiyerini Berlin’de yapan, Rupert Everett’in senaryosunu yazıp yönettiği ve başrolünü üstlendiği ‘Mutlu Prens/The Happy Prince’, efsanevi İngiliz yazar Oscar Wilde’ın hayatından bir kesit sunuyor.

Oscar ödüllü canlandırma ustası Nick Park’ın ‘Taş Devri Firarda/Early Man’i Berlin’deki ikinci animasyon filmiydi. Bu festivalin en çok ses getiren filmlerinden biri, Alman auteur Christian Petzold’un göçmen sorununa Avrupa’nın geçmişinden göz atan ‘Transit’ adlı son filmiydi. ‘Transit’, 1942’de Nazi işgalinden kaçan bir adamın ölmüş bir kişinin kimliğini üstlenmesini anlatıyor.