Ufak Tefek…

Joelle PİNTO Köşe Yazısı
31 Ocak 2018 Çarşamba

Hiçbir zaman “Ben hiç televizyon seyretmiyorum” diyen kitleden olmamama, hatta televizyonsuz bir ev hayal edemememe rağmen, reklamlarıyla birlikte yaklaşık 3,5 saat bir diziye dikkatimi vermem hep zor olmuştur. Genelde saatlerce süren upuzun televizyon dizilerini değil de, ya kafamı dağıtacak kısa sit-comları ya da gerçek hayattan esinlenmiş, akıcı bir kitap tadındaki The Crown gibi dizileri peş peşe seyretmeyi tercih etmişimdir. “Güldürürken düşündürme” konseptini bilinçli bir seyirci olarak çocukluğumdan beri sevmedim. Zaten günlük hayatımda yeterince düşünüyorum. Televizyon seyrederken ise ya tamamen kafamı boşaltıp gülmek, sadece gülmek isterim, ya da gerçek olaylardan ve gerçek hayatlardan esinlenmiş konuların içine girip düşünürüm, öğrenirim, dikkatimi veririm.  Belki tam da bu sebepten dolayı, kolay kolay bir dizi beni 3,5 saat ekranlara bağlayamadı uzun seneler.

***

Son zamanlarda ise kendimi her salı evde, ekran başında, heyecanla bir diziyi beklerken buluyorum. Mert Fırat’ın oynadığını duyduğum için tesadüfen seyretmeye başladığım, sonraki haftalarda ise beni araba camlarındaki Garfieldler gibi ekrana yapıştıran dizinin adı ‘Ufak Tefek Cinayetler’. Dizi İngilizcede ‘frenemies’ (arkadaş düşmanlar) olarak tabir edilen, arkadaş gibi gözüküp aslında hayatı birbirinin ayağını kaydırtmakla geçen dört kız arkadaş, kocaları, aileleri ve ilk bölümünden ima edilen ama kimin öldürüldüğü belli olmayan bir cinayet üzerine kurulu. Lisede diğer üç kızın attığı bir iftira yüzünden hayatı altüst olan Oya karakteri, uzun yıllar sonra başarılı bir doktor olarak intikam almak için olay yerine dönüyor ve dizi başlıyor. Neden bu kadar tuttuğunu düşündüğümde birçok faktör aklıma geliyor; her hafta heyecanla biten akıllı bir senaryo, Gökçe Bahadır ve Mert Fırat gibi başarılı başrol oyuncuları, Bade İşçil, Aslıhan Gürbüz, Selim Bayraktar, Tülin Özen gibi başarılı bir oyuncu kadrosu. Güzel evler, güzel arabalar, güzel kıyafetler… Fakat belki de en önemli faktör seyretmeye doyamadığımız entrikalar ve yasak aşk hikâyesinin gerilimi. Bu kadar güzel ve iyi oyuncu, böyle akıcı bir senaryoyla birleşince, milyonlarca kişiyi ekranlara kilitleyebiliyor. Aklıma İranlı filozof Ömer Hayyam’ın sözü geliyor; “Ya sırtımıza alıp taşıyoruz, ya ayağımızın altına alıp çiğniyoruz. Öğrenemedik bir türlü yan yana yürümeyi.” Çok uzun yıllar önce söylenmiş bu söz, aslında diziyi ne kadar güzel özetliyor. 

***

Bir de dizideki oyunculukla gerçek hayatı karıştıran, seyrettiğinin bir hikâye, bir oyunculuk olduğunu unutan bir kitle var. Dizideki (üstelik sadece platonik olarak gösterilen) yasak aşk hikâyesi yüzünden şikâyette bulunan, sosyal medyaya kötü yorumlar yazan bir kitle… Bu çok ‘ahlaklı’ kitleye sormak isterdim; yıllarca mafya, ırkçılık, silah, cinayet, ölüm, aşiret, birden fazla eş, zorbalık dolu diziler ratinglerde yükselirken siz neredeydiniz? Anladınız siz…