Anneme Verdiğim Sözü Tutmuştum

Auschwitz’de bile...

Sara YANAROCAK Kavram
17 Ocak 2018 Çarşamba

Bu öykü Holokost’u yaşayan iki kardeş Gerşon ve Şimon’un birbirlerini kollamanın 

ve kurtuluşlarının öyküsü…

 

 

 2. Dünya Savaşı, bütün Yahudilerin üzerine, kara bir bulut gibi çökmüştü. Gettolarda ve Ştetl’lerde (köylerde) yaşayan insanlar, korku ve telaş içinde yaşamlarını nasıl kurtaracaklarını düşünüyorlardı. Gettonun duvarları içinde bir araya gelip, hararetle ne yapacaklarını tartışıyorlardı.

Bazıları, dar geçitlerden geçerek, kaçmak için planlar yaparken, bazıları ise korkuyla titreşip bekleşiyorlardı.

Herkes, her an tetikteydi. Çünkü ‘Judenaussiedlumg’ denilen dehşet verici eylemler gerçekleşiyordu. Kadın, erkek, çocuk herkes Gestapo tarafından vahşetle dövülüp, tutuklanıyor ve dışarıda bekleyen kamyonlara paçavralar gibi fırlatılıp götürülüyorlardı.

Gerşon, o gece açlık ve korkudan gözüne bir damla uyku girmeden, yatağında öylece yatıyordu. Yanında uyuyan kardeşi Şimon’un uyurken, gırtlağından çıkan iniltileri dinliyordu. Az ötede yatan anne ve babasının fısıltıları yüreğini bir kıskaç gibi sıkıyordu. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki, sesi kulaklarında gümbürdüyordu.

Az önce sokaktan gelen gürültüler durmuştu. Geriye dönebilen bir avuç kişi, yedikleri korkunç dayaktan belleri bükülmüş, aşağılanmanın ve ıstırabın etkisiyle adeta sürünürcesine, evlerine dönmeye çalışıyorlardı. Bir acı olay, diğerini takip ederken, korkunç söylentiler gettonun içinde dalga dalga yayılıyordu.

Sabah olunca, herkes kendilerine ayrılan minicik dairelerinde, arı gibi çalışmaya başlamıştı. Kimileri tavan arasında saklanacak yer ayarlıyordu, kimileri alt geçitlerde veya lağımlarda gizlenmeyi planlıyorlardı. Bazı kişiler daha da cüretkâr davranıyor ve yakınlardaki ormanlara kaçıp, gizlenmeye çalışıyorlardı, ama Naziler onları avlayıp topluyor ve şehirde götürülmek üzere tutuklanıp, bekletiliyorlardı.

Durum içler acısıydı. Korku her köşeye pusu kurmuştu. Her an içeriye girip onları tutuklayabilirlerdi. Yakındaki bir kasabada çok önemli bir eylem gerçekleştirilmişti. Anneleri bir korku bulutunun içinde hapsolmuş gibi duruyordu. İçindeki bir önsezi, kısa bir süre sonra, çocuklarıyla ayrılacağını fısıldıyordu. Yorgun bakışlarıyla etrafını süzüyordu. Anneleri aniden yerinden kalkarak iki oğlunu birden yanına çekti. Gerşon omuzunun üzerinden annesine baktı, kardeşinin başını okşayan annesi fısıltıyla konuşmaya başladı;

“Gerşon, Şimon, size önemli bir şey açıklamak istiyorum. Gerçekleri anlatacağım. Lütfen beni iyi dinleyin. Yakında birbirimizden ayrılmak zorunda kalacağız. Belki de sonsuza kadar…” Gerşon bunları duymak istemiyordu. Topuklarının üzerinde dönüp kaçmak istiyordu. Yok olmak istiyordu. Ama yerinden kıpırdamadı bile. Bu iğrenç gerçeklerden kaçabileceği hiçbir yer yoktu. Gözleriyle annesine susması için yalvarıyordu. Her şeyin düzeldiğini, bittiğini söylemesini istiyordu. Yine eskiden olduğu gibi, okula giderken eline yemek çantasını vermesini ve derslerinde başarı dilemesini istiyordu. Ama annesi elemli bir sesle sözlerine devam ediyordu:

“Sevgili yavrularım, Gestapo pek yakında buraya gelip bizi tutuklayacak. Sonra neler olacağını Tanrı bilir. Sizden tek bir şey rica edeceğim. Lütfen birbirinizden hiç ayrılmayın ve birbirinizi koruyun.”

Gerşon dimdik ayakta duruyordu ve gözlerinden yanaklarına doğru seller gibi yaşlar akıyordu. Şimon annesinin yüzüne bakamıyordu. Minik çenesi büzülmüş, ellerinin titremesini durduramıyordu. Fakat annesi hüzünlü mavi gözleriyle onlara bakıp, konuşmaya devam ediyordu:

“Gerşon, eğer bir parça ekmek bulabilirsen, onu Şimon’la paylaş.” Gerşon başını ‘evet’ dercesine salladı. Anne, Şimon’a dönerek:

“Şimon, eğer bir damla su bulursan, Gerşon’un da susamış olabileceğini unutma” dedi. Anne sustu ve gözlerini gökyüzüne çevirerek, yavrularını koruması için Tanrı’ya dua etmeye başladı. Gerşon’un kulakları uğulduyordu. Anne, “Sevgili yavrularım, lütfen birbirinizi koruyun ve yardım edin. Nereye giderseniz, nerede saklanırsanız, orada hiç ayrılmayın ve birbirinize göz kulak olun. Sizden tek isteğim bu. Ne yaparsanız yapın, asla birbirinizi bırakmayın” dedi.

Ondan sonra her şey çok hızlı gelişti. Gestapo apartmanlarına girdi, herkesi yakaladı ve bekleşen kamyonlara tıkıştırdı. Gerşon ve Şimon o küçücük yaşlarıyla, dünyadaki tüm kötülüklere, zulümlere ve vahşete tanık oldular. İkisi de annelerinin son sözleri kulaklarında, birbirlerinden hiç ayrılmadan, önce Treblinka cehennemine, ardından Bergen-Belsen’in şeytani kötülüklerine daldılar. Son durakları ise Auschwitz oldu.

Adı yok olasıca Mengele, yüksek bir platformun üzerinde duruyordu. Üniforması tertemiz ve ütülüydü, ayakkabıları pırıl, pırıl cilalanmıştı. İşaret parmağını bazen sağa, bazen sola çeviriyordu.  Yaşama veya ölüme doğru… Ölüm yolu gaz odasıydı. Yaşama ayrılanların alınlarına kırmızı mürekkebe banılmış bir mühür vuruluyordu.

Bekleyen mahkûm kuyruğunun ucu bucağı görünmüyordu. Mahkûmlar, yorgun, aç, dövülmüş, acı içinde bekleşiyorlardı. Yine de içlerinde yaşama arzusu vardı. Gerşon eliyle kardeşinin elini sıkıca tutuyordu. Kalbi korkudan patlayacakmış gibi atıyordu. Sevgili kardeşi Şimon, çok hastaydı, ayakta zorlukla duruyordu. Görüntüsü yarı ölü gibiydi. Kesinlikle ölüm tarafına seçilecekti. Gerçekten de Mengele Şimon’a bakıp sola ayırdı. Ardından Gerşon’u süzdü ve sağa ayırdı. Gerşon’un alnına kırmızı mührü vurdular. Çocuk derhal sola baktı, kardeşi yere devrilmek üzereydi. Aklı yerinden çıkıyordu. Annesinin sözleri, kulaklarında çınlıyordu. Kardeşini mutlaka kurtarması gerekiyordu. Hayatta kaldığına sevinemiyordu. Gözünden yaşlar akarken, annesine verdiği sözü tutmaya karar verdi. O zamana kadar mucizevi bir biçimde hiç ayrılmamışlardı. Acıyı, açlığı, dayakları, soğuğu ve bir lokma ekmeği bile paylaşmışlardı. Sırtını dikleştirdi, içinden dualar okuyarak, kaşla göz arasında onun yanına koştu ve sarılarak onu öpmeye başladı. Yüzünü, gözünü, alnını salya sümük ıslatarak, çocuğun suratını öperek, sırılsıklam yaptıktan sonra, etrafına baktı ve Nazilerin onlara bakmadığına emin olunca, alnını kuvvetle kardeşinin ıslak alnına yapıştırdı. Sonra geriye çekilip baktı. Evet mührün kırmızı boyası kardeşinin alnına da geçmişti. Derhal Şimon’un kolunu kaptığı gibi sağ tarafa doğru seğirtti. Tanrı bu kez yanlarında olmuş, mucizesini göstermişti.

Yıllar sonra Gerşon, bir Yahudi kuruluşu olan, ‘Kısırlık ve Doğum Vakfına 10 bin dolarlık bir çek imzalayıp bağışladığı zaman, vakıf başkanı Rabbi  Bochner’e şunları söylüyordu:

“Bizim kasabadan geriye bir tek ben ve kardeşim Şimon hayatta kalabilmiştik. Bu olayların üzerinden çok uzun yıllar geçti. Artık kardeşim öldü. Ben ise çok yaşlıyım. Ama hiç çocuğum olmadı. Şimdi bu parayı bağışlamaya karar verdim. Çünkü o zamanlar, kalbimin derinliklerinden Tanrı’ya dua etmiştim. Hayatta kalabildim. Hem de yanımda kardeşimle birlikte! Şimdi çocukları olamayan bir çifte paramı bağışlamak ve bu sayede, onların çocuk sahibi olmanın mutluluğunu yaşamalarını istiyorum.”

Not: Bu öykü Mirish Kizsner tarafından yazılan; “Sıradan İnsanların, Sıra Dışı Öyküleri” adlı kitabında yayınlanmıştır.