Ortadoğu kazanı

Selin NASİ Köşe Yazısı
15 Kasım 2017 Çarşamba

Suudi Arabistan baskısıyla alındığı her halinden belli olan Lübnan Başbakanı Saad Hariri’nin istifa kararının doğurduğu siyasi kriz, Ortadoğu’da mezhep eksenli yeni bir şiddet döngüsünü tetikleme riski taşıyor.

IŞİD’in Suriye ve Irak’ta -en azından cephede- yenilmesiyle birlikte, IŞİD’in terk ettiği alanların kontrolü üzerinden yaşanan güç çekişmesi giderek ön plana çıkmaya başladı. Gerek Suriye’deki iç savaşın gerekse Irak’ta IŞİD’e karşı yürütülen mücadelenin bilançosu yapıldığında İran’ın siyasi ve askeri gücünü pekiştirdiğine şüphe yok.

Aslında ABD’nin bölgesel dengeleri alt üst ederek, adeta Pandora’nın kutusunu açan 2003 Irak müdahalesinden bu yana dış politikada attığı adımlar ironik bir şekilde İran’ın çıkarlarına hizmet etti. Bugün ‘Şii Hilali’ olarak adlandırdığımız etkinlik alanı İran, Irak, Suriye, Lübnan, Bahreyn ve Yemen’i içine alıyor. Tahran yönetiminin yakın zamanda Hamas ile yeniden yakınlaştığını da hesaba katarsak listeye Filistin - Gazze Şeridini de ekleyebiliriz.

İşte Başkan Barack Obama’nın Ortadoğu’daki müttefiklerini küstürmek pahasına İran ile nükleer anlaşma için diretmesinin gerisinde Tahran’ın yükselişini engelleyemese bile, en azından güvenlik tehdidi oluşturmasının önüne geçme amacı yatıyordu. ABD’nin savaşmaya gönüllü olmadığı bir ortamda, İran sisteme yeniden entegre edilirse, çatışma riskinin de azalacağını umuyordu. Nükleer anlaşma ile ambargodan kurtulan İran’ın terör örgütlerine daha çok kaynak ayıracağından endişe duyan İsrail ve Suudi Arabistan liderliğindeki Sünni Arap ülkeleri açısından ise Obama’nın ortaya koyduğu çözüm tatmin edici değildi.

Bugün Suudi Arabistan’ın İran’ı ve Lübnan’da Hizbullah’ı hedef alan çıkışı Başkan Donald Trump’ın 13 Ekim’de açıkladığı yeni İran stratejisinden bağımsız sayılmaz. Trump, nükleer anlaşmayı yeniden gözden geçirmesi için Kongre’ye süre verirken, Hizbullah’ın terör örgütü olarak tanınması için Avrupalı devletlere de çağrıda bulunmuştu. Oysa Avrupa Birliği örgütün sadece askeri kanadını  terör örgütü listesinde tutuyor.

Başkan Trump bundan beş ay önce patlak veren Katar krizinde de Suudi Arabistan tarafında yer almış, Katar’ın İran ile yakın ilişkiler içinde bulunmasını eleştirmişti.

Hariri’nin istifası ve Yemen’de İran destekli Husilerin Riyad’ı hedef alan füze saldırısı ardından tırmanan kriz, ABD ve İsrail’in Suudi Arabistan’a arka çıkan açıklamaları, İran’ın önlenemeyen yükselişini dizginleyebilmek için başlıca ortağı Hizbullah’ın hedef alınacağını gösteriyor.

Peki, bu Lübnan’da yeni bir cephe açılması anlamına gelir mi?

Suudi Arabistan’ın dış politika karnesi parlak sayılmaz. 2015’ten bu yana Yemen’de ele tutulur bir galibiyet elde edebilmiş değil. Savaşın mali yükü bir yana, Yemen’de açlık ve bulaşıcı hastalıkla pençeleşen insanların içler acısı durumu sebebiyle başlattığı savaşın ahlaki sorumluluğunu taşımakta zorlanıyor. Nitekim, uluslararası baskılar sonucunda, Yemen üzerindeki ambargoyu kısmi olarak kaldırdığını açıkladı. Katar’a uygulanan ablukanın da Körfez ülkelerini bölmekten ve Katar’ı İran’a daha fazla yakınlaştırmanın ötesinde somut bir netice verdiğini söylemek güç. Hal böyleyken, Suudi Arabistan yeni bir askeri maceraya atılır mı? Üstelik de iç politikada ekonomik ve siyasi dönüşüm için düğmeye basılmışken...

İsrail’e gelirsek... İran’ı varoluşsal bir tehdit olarak gören İsrail, epey bir süredir Hizbullah’a karşı girişeceği bir sonraki savaşın altyapısını hazırlamakta. Suriye’de savaş sürerken belirli aralıklarla Golan Tepelerinden Lübnan’a giden konvoyları vurduğu sır değil. Eylül ayında düzenlenen, son 20 yılın en büyük askeri tatbikatı olarak adlandırılan Or Hadagan’ın Lübnan’da Hizbullah’la savaş simülasyonu üzerine kurulu olması da bu açıdan tesadüf sayılmaz. İsrail Hizbullah’a karşı caydırıcı gücünü ortaya koyuyor olsa da, bu yeni bir savaşa girmek için istekli olduğu anlamına gelmiyor. Halihazırda 2006’daki 33 günlük savaşın ne getirip ne götürdüğü halen net değil. Bununla birlikte, yeni bir savaş patlak verdiği takdirde, İsrailli yetkililer bu kez Lübnan’ı Hizbullah ile eş tutacaklarını ve tüm Lübnan’ın yerle bir edileceğini açıkça dile getiriyor.

Yeminli İran düşmanlarından oluşan Trump yönetimi için Hizbullah üzerinden İran’ın belini bükmek elverişli bir strateji olarak görünebilir. İç politikada skandallarla boğuşurken, dışarıda patlak veren krizler ilgiyi başka yöne çekecektir. Ancak Afganistan ve Irak’ta alınan derslerden sonra ABD’nin İran’la karşı karşıya geleceği bir savaşa girmesini beklemek gerçekçi sayılmaz. Trump yönetiminin kurumsal sorunları ve başkanın öngörülemezliği bir tarafa, bugün ABD’nin bütünlüklü bir Ortadoğu politikası olduğundan söz etmek mümkün değil.

Görünen o ki, taraflardan hiçbiri savaş maliyetinin altına girmeye o kadar da istekli değil, ancak bunu bir başkasının üstlenmesine de itirazı olmayacak.

O halde tüm bu krizi tırmandıran söylemler neye hizmet ediyor? Kötünün iyisi senaryoya göre Hizbullah  Lübnan ve bölgedeki etkinliğini azaltmadığı takdirde, Katar’a uygulanan benzeri ekonomik yaptırımlar yürürlüğe konabilir. Ticaret yollarının ve ulaşımın kesilmesi, banka transferlerinin durdurulması gibi tedbirler, ekonomisi zorlukla ayakta duran Lübnan’ı vuracaktır. Hele yurtdışında çalışan Lübnanlıların ülkeye gönderdiği paraların yurtiçi milli gelirinin yüzde 16’sına denk geldiği düşünülürse... Fakat böylesi surumda fatura beklendiği gibi Hizbullah’a çıkar mı yoksa mağduriyetler yeni ittifakların önünü mü açar?

Baskı arttığı takdirde, İran’ın da Şii Hilali boyunca elindeki kartları açarak bölgede istikrarsızlık dalgası yaratabileceğini, dahası Suudi Arabistan gibi Sünni Arap iktidarlar altında ezilen Şii grupları harekete geçirmeyi deneyeceğini ve Filistin sorununu gündeme taşıyarak İsrail ile Körfez ülkeleri arasındaki çıkar evliliğini aşındırmaya çalışacağını tahmin etmek güç değil.

Elbette, konu Ortadoğu olduğunda evdeki hesapların çoğu zaman çarşıya uymadığını, dahası kıvılcımların kolaylıkla yangına dönüşebildiğini biliyoruz.

Ortadoğu kazanı harlı ateşte kaynarken, Türkiye’nin Arap Baharı’nın tecrübesi ışığında bu kez mezhepler üstü ve mümkün olduğunca tarafsız bir politika izlemesi önem kazanıyor.