İkinci Anne Frank vakası: Charlotte Salomon

Amsterdam Yahudi Müzesi bu hafta, Holokost sürecinde sanatçı olma yolunda adım atmış olan, kısa hayatı esnasında çok farklı deneyimlerden geçmiş Yahudi bir ressama ait, 20. yüzyılın en orijinal sergisine ev sahipliği yapıyor. Serginin içeriği Anne Frank’ın anılarını hatırlatmak açısından da ilginç bir benzerliğe sahip.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
8 Kasım 2017 Çarşamba

Amsterdam Yahudi Müzesi bu hafta, Holokost sürecinde sanatçı olma yolunda adım atmış olan, kısa hayatı esnasında çok farklı deneyimlerden geçmiş Yahudi bir ressama ait, 20. yüzyılın en orijinal sergisine ev sahipliği yapıyor. Serginin içeriği Anne Frank’ın anılarını hatırlatmak açısından da ilginç bir benzerliğe sahip.

Adı Charlotte Salomon. Ancak, Frank’tan çok daha özel bir hayata sahip bir Yahudi sanatçı olarak tarihe geçmekte.

1943’ün şubat ayında, Auschwitz’e düşmeden sekiz ay önce büyük babasını öldüren Berlin doğumlu Alman bir genç kadın, Charlotte. Salomon’un ebeveynleri, dönemin çoğu Yahudileri gibi 1930’ların ortalarında Almanya’dan kaçmışlardı. Geldikleri güney Fransa’da yanlarına, yakalandıkları veya paraları tükendiği takdirde intihar etmek için gerekli olacak zehirli ilaçları bile almışlardı. Lakin Charlotte, 2015 yılında ortaya çıkan mektubuna göre bu tür onurlu bir ölüme göndermek için kıymayacaktı büyükbabasının hayatına… Peki, neden öldürecekti onu?

Charlotte Salomon 1927 yılında Berlin’in zengin Yahudi ailelerinden birinin kızı olarak doğduğunda Alman Yahudi hayatı, gelmekte olan tehlikeyi henüz algılamakta zorlandığı için Avrupa Yahudiliğinin merkezi olan Almanya’da parıltılı günlerine devam etmekteydi. Charlotte’un babası ünlü bir cerrah iken, çocukluğunda babasının arkadaşları olan Albert Einstein, Eric Mendelhson, Albert Schweitzer ve Leo Baeck gibi dönemin Alman Yahudiliğin en parlak isimleri evlerinde arz-ı endam ediyordu.

Ama hayat öyle devam etmeyecekti. İlk önce annesi intihar edecek ve Charlotte 8 yaşında anneannesi tarafından yetiştirilmeye çalışılacak, kendisine annesinin hastalıktan dolayı hayata veda ettiği söylenecekti. Oysaki annesinin ailesinde genetik olarak intihara teşebbüs eğilimi mevcut olduğunu kendisine ilerde, büyükbabası tarafından anneannesi de intihar ettiği zaman itiraf edilecekti.

1930’larda antisemitizmin gölgesinde iki yıl resim eğitimi alan genç kadın daha sonra gördüğü ayırımcılık ve nefret söylemi karşısında okula dönmeyecek ama bu süreç onu yaşadığı yüzyılın sonradan keşfedilen en ayrıksı ressamı olmasını sağlayacaktı.

1938 Kasım’ındaki meşhur Kristallnacht’tan hemen sonra Charlotte, büyükbabası ve anneannesi ile Fransa’nın güneyine, deniz kıyısında bir evde saklanmak üzere yerleşecekti. Lakin anneannesinin intiharı ile büyükbabası ile yalnız kalan Charlotte, onun cinsel tacizleri karşısında kurtuluşu, kendisini tamamen hayattan koparan resim çizme seanslarında bulacaktı. Genç kadın, 1940 - 1943 yılı arasında, hayatını anlattığı yarı gerçek, yarı kurgusal hikâyelerini Alman ekspresyonizmi eşliğinde tam 1400 guaş boya tabloya çizecekti. Resimleri sadece Hitler ve Nazizm ile değil ama kendi hayatı, ailesi, aşkları, ölüm, Nietzsche, Goethe, Michelangelo ve Beethoven hakkında da olacaktı.

Charlotte eserinin tamamına, ‘Hayat mı yoksa tiyatro mu?’ adını koyacak, çok farklı bir teknik kullanarak resimlerin içine kimi zaman kısa metinler ve tamamlayıcı olarak müzik repliklerinin referanslarını yerleştirerek adeta yeni bir sanat dalının yaratıcısı olacaktı. Tüm çizdiklerinin bilinçaltında aslında bir anlamda intihar travması, büyük babasının cinsel tacizleri ve tabii ki Nazizm büyük rol oynayacaktı. Ama ancak 2000’lerde ortaya çıkan 19 sayfalık resimli notlarında büyükbabası ile olan sorunun varlığı anlaşılacaktı. Charlotte’u, büyükbabasının her gece onu yatağına çağırdığı zira ‘doğal olanın bu’ olduğu telkinini yaptığı ve sonunda büyükbabasını bir gün zehirleyerek öldürdüğü, hatta ölümle pençeleşirken onu resimlediği de anlaşılacaktı.

Charlotte ‘hayatımın hikâyesi’ olarak nitelendirdiği ve numaralandırdığı 900 tablosunu, 1943 yazında doktoruna teslim eder, evlendikten üç ay sonra Gestapo tarafından yakalanarak aynı yıl Auschwitz’e gönderilir ve kampa ayak bastığı gün karnındaki bebek ile gaz odasını boylar…

Ünlü ressam Marc Chagall, sonradan ortaya çıkan bu devasa eserden çok etkilendiğini itiraf edecekti.

Amsterdam, sadece 26 yıl yaşayan bu ayrıksı sanatçı kadının olağanüstü parlaklıktaki eserine şimdi ev sahipliği yapıyor.

Holokost ise sadece canları değil hayatta yaratıcı olan her şeyi alıp götürdüğünü de kanıtlamış olacaktı.

Lakin her şeye rağmen güzelliğin topraktan tekrar fışkırmasına engel olamayacaktı…