Araplardan Britanya’ya: "Buradan Gidin!"

Filistin topraklarında 1930’lu yıllara damgasını vuran Arap isyanı, dağlardaki münferit çatışmalarla sınırlı kalmaz, kentlere iner, siyasi kimlik kazanır. Yahudi çizgisine yakın bir yönetim göstermekle suçlanan İngiliz Manda idaresine Arapların verdiği mesaj açıktır: Buradan gidin!

Marsel RUSSO Perspektif
25 Ekim 2017 Çarşamba

Avrupa’da Nasyonal Sosyalist Partisi lideri Adolf Hitler Cumhurbaşkanı Von Hindenburg tarafından 30 Ocak 1933’te Alman Şansölyesi olarak görevlendirilir. Akabinde, Yahudi aleyhtarı birçok yasa yürürlüğe girer, Yahudiler sosyal hayattan, iş dünyasından dışlanırlar, bazı mesleklerden men edilirler. 1935 Nürnberg Yasaları Alman halkını Ari ırkı ile sınırlandıracak, bu çerçevenin dışında kalanları yabancı olarak tanımlayacaktır. Bu anlamda, yaşadıkları toplum içinde ötekileştirilen Yahudiler ile Almanlar arasında evliliklerin, seksüel dahil olmak üzere her tür ilişkinin yasaklanması, Yahudi düşmanlığının ırksal temellere dayandığını göstermesi açısından basit ancak acı bir örnek teşkil eder.

Yahudilerin Almanya’dan göçe zorlanmaları bu zamana rastlar. Gerçi bunların çok azı Filistin topraklarına gider. Genellikle tercih edilen ülkeler, Fransa, Hollanda, İsviçre gibi komşulardır. Filistin topraklarına gidenler, Nazi idaresi ile Siyonist idarecilerin vardıkları anlaşma gereği, varlıklarını sorunsuz olarak transfer edebilmişlerdir. Almanlar, Yahudilerden o denli çabuk kurtulmak istiyorlardı ki, Yahudi idarecilerle bu konuda bir dizi görüşme yapmışlar ve hatta onları göçmenlerin eğitilmesi için Almanya’ya dahi davet etmişlerdi. Gizli yürütülen bu pazarlık ve çalışmaların mimarı Adolf Eichmann’dı…

Alman Yahudilerinin Filistin’e göçü

Alman Yahudi toplumunun Filistin’e göçü Polonya Yahudilerininki ile aynı döneme isabet eder. 1933 – 1935 yılları arasında Filistin’e olan Yahudi göçünün ikiye katlandığını söyleyebiliriz. Göç edenlerin işçi kesiminden değil de orta ekonomik kesimden geliyor olmaları bölgeye çok ciddi anlamda bir sermaye girişini beraberinde getirir. Dünya ekonomik kriz ile uğraşırken Filistin’de görülen göreceli rahatlık ve yatırımların hız kesmiş olsa da devam eder halini, buna bağlamak çok da yanlış olmaz. Birçok göçmenin başta Tel Aviv olmak üzere kentlere yönelmesi kentsel nüfusun hızla artmasına neden olur. Burada nüfus 1931 yılında 46 binden 1935 yılında 135 bine, tam bir endüstri kenti olarak gelişmeye başlayan Hayfa’da ise Yahudi nüfus, aynı dönemde, 16 binden 40 bine çıkar. Kurulan ticarethanelerin sayısı ise 1930’da 6 binden 1937’de 14 bine ulaşır.

Böylesi bir demografik ve ekonomik patlama Yahudileri Filistin’de Araplara göre daha avantajlı konuma getirir. Yahudi – Arap çatışmaları sonrasında yayınlanan Passfield Beyaz Kitabında sözü edilen ve Arapların da temsil edilecekleri bir Yasama Konseyinin oluşturulması yine bu dönemde gündemden düşer. Zaten öteden beri Yahudi liderleri böylesi bir girişime sıcak bakmadıklarını ifade etmişler ve Londra hükümeti nezdinde girişimlerde bulunmuşlardı... Yahudiler açısından, Avrupa’yı kaplayan kara bulutların yanında Filistin’de de benzer bir hava oluşmasına gerek yoktur… Ancak Araplar için bu son derece önemli bir etap olacaktı ki, Britanya Sömürge Bakanlığı kıvrak bir manevra ile bunu geçersiz kılar.

***

Arap isyanının militanlarının önemli bir kısmı işsiz ve suç oranı yüksek kesimlerden gelen gençlerden oluşuyordu. Ancak aralarında milliyetçi idealistler de yok değildi. Bazıları belli operasyonlara katılırken, tabiri yerinde ise, bu işte tam gün çalışanlar da vardı. Bunlar, devamlı dağlarda dolaşıyor ve köylerine dönmekten özellikle kaçınıyorlardı. Değişik gruplar arasında zayıf da olsa bir eşgüdüm vardı ancak sabit bir merkezleri yoktu. Silah ve para Irak’tan geliyordu. Hatta buradan davaya katılanlar dahi oluyordu. Ellerinde uçaklara karşı kullanabilecekleri Fransız yapımı silahlar vardı… Hatta bir keresinde bir İngiliz uçağını düşürmüşlerdi. İsyancılar genellikle vur kaç saldırıları benimsiyorlardı, ancak İngiliz askerleri ile giriştikleri yüz yüze çatışmalar da, sık olmamakla beraber, yaşanıyordu.

Grev ve boykotlar

Nisan 1936’da dağınık çalışan birçok Arap fraksiyonu ‘Yüksek Arap Komitesini’ oluşturur. Komite ilk toplantısında genel grev ve Yahudi mallarının boykot edilmesi çağrısı yapar. Ancak ekonomik içerikli bu tepki yeterli olmaz. Yahudi işletmelerinde ve hükümet görevlerinde çalışan greve gitmiş Arap işçi ve memurlarının yerine kısa zamanda Yahudiler istihdam edilir. Araplar tarafından kapatılan, o zamanların en önemli limanı Yafa’nın yerine, Tel Aviv alternatif olarak hizmete alınır.

Boykotun yeterli olmaması işi yeniden silaha döker. Zaten Arap militanlarının boykottan bekledikleri bir başarı yoktur… Ancak Londra’yı küstürmemek için barışçıl yolların tükendiğini ispat etmeleri gerekmektedir.

Sokaklarda şiddet

Saldırılar yeniden başlar. 16 Mayıs 1936 Cumartesi gecesi Kudüs’te, Edison Sinemasının çıkışında patlatılan bomba, yeni bir başlangıç olur: Üç Yahudi genci hayatını kaybeder. 30 yaşındaki Dr. Zvi Shevhovsky, Hadassah Hastanesinde gönüllü çalışan bir doktordu ve yalnızca altı ay önce Kudüs’e gelmişti. 27 yaşındaki Yitzhak Yalovsky bir fırıncıydı. Bir senedir Filistin’de yaşıyordu ve yalnızca 1,5 ay önce evlenmişti. Alexander Sasha Polonsky ise 23 yaşında, bir yıl önce göç etmiş bir üniversite öğrencisiydi. Kız arkadaşının İngiliz Manda idaresinden vize almasını bekliyordu. O gece Edison Sinemasında ‘Mutluluğun Sesi – The Sound of Happiness’ adlı bir Sovyet filmini izlemişlerdi.

Saldırgan veya saldırganlar kaçmıştı… İngiliz Genel Valisi saldırıyı şiddetle kınamıştı… Halil El Sakakini ise oğlu Sari’ye yazdığı mektupta, “Şeyh El-Kasım’ın kahramanlıkları bir yana, benzer kahramanlıklar yok!” diyordu. Böylesi bir tepki, hayatını Arap gençliğinin eğitimi ve yarınlara hazırlanmasına adamış bir isimden beklenecek bir şey değildi belki ama, toplumun ne kadar umutsuz olduğunu göstermesi açısından belirleyicidir, denilebilir.

İki halk arasında sokak çatışmaları ile başlayan, dirençli bir başkaldırı ile devam eden ve artık bu noktadan sonra savaş olarak adlandırılması gereken olaylar gündelik bir hal alır. Haftanın her günü, günün her saati, her an her şey, herhangi bir yerde patlak verebilecek durumdadır. Hayat tamamen korku üzerine kurulmuştur artık. “Vızlayarak geçen mermilerin sesi ile uyuyoruz, vızlayarak geçen mermilerin sesi ile uyanıyoruz” diye yazar El Sakakini oğlu Sari’ye ve devam eder: “(Araplar) Bombalar atıyor kurşun sıkıyor, tarlaları yakıyor, Yahudilere ait ağaçlıkları tahrip ediyor, köprüleri imha ediyor, telefon kablolarını kesiyor, elektrik direklerini deviriyorlar. Her gün yolları kesiyorlar ve her yeni gün Araplar gerçek kahramanlık destanları yazıyorlar. Yönetimin bunları öngörmüş olması mümkün değildi… Geçen gün iki isimsiz kahraman Yahudilerin kullandığı ve İngilizlerin koruduğu bir trene saldırdılar. Filistin’de böyle kahramanların olduğuna kim inanabilirdi? Sevgili oğlum Sari, Filistin’de Arap olmak ne güzel bir onur!”

Şiddet dalgası geliştikçe Müftü Hacı Emin El-Hüseyni’nin konumu zora girmeye başlar. İngiliz yönetiminin Arap halkının lideri olarak tanıdığı El-Hüseyni uzun yıllar boyunca oynadığı çift kişilikli rolü artık bırakmak durumundadır: Ya İngilizlerle birlikte hareket edecek ve isyanın bastırılması için çalışacaktır ya da tersine olayları destekleyecektir. Bu aşamada Filistinli Arapların hükümeti konumunda olacak Arap Yüksek Komitesinin kurulması, Müftü’nün tercihini isyandan yana kullandığının kanıtıydı, hiç şüphesiz. El Hüseyni, bir yandan silahlanma hareketini başlatır, öte yandan toplumdan para toplanması işini organize eder. Hayat durma noktasına gelir. Arap İsyanı artık siyasi bir kimliğe bürünmüştür.

Ancak her şey tozpembe değildir Araplar açısından. Yüksek Komiteyi oluşturan partiler ve gruplar arasında ciddi fikir ayrılıkları vardır. Bu fikir ayrılıkları toplumu zaman zaman içinden çıkılmaz sıkıntıların eşiğine getirir. Kentlerde ve hatta köylerde kurulan gözlem komisyonları uzun isyandan ve grevlerden bunalan yoksul halkın gereksinimlerine cevap vermeye çalışır. Bazen, zenginden alıp fakirlere dağıtan yerel Robin Hood’lar oluşur ve efsaneler dolaşır durur Araplar arasında. Vatanseverlik uğruna, tehditler, tacizler, karaborsa ve her tür fanatizm dizginlenemez boyuta ulaşır. Bazı Arap liderler, İngilizlerle ve Yahudilerle işbirliği yaptıkları gerekçesi ile öldürülürler. Ancak asıl neden iç siyasi hesaplaşmalardır. İsyan kontrolden çıkar, birçok Arap yine Arapların elinden kıyıma uğrar. İsyanın liderleri toprak ağası konumuna gelir, insanların geleceği üzerine tasarrufta bulunma hakkını kendilerinde görür olurlar. Önüne geçilmesi için çaba gösterilen feodal sistem hortlamıştır. Hem de daha yıkıcı olarak!

Yine de, sonuçta Araplar isyanı ciddi boyuta taşımada başarılı olurlar. Olaylar dağlardaki münferit çatışmalarla sınırlı kalmaz, kentlere iner, siyasi kimlik kazanır. Yahudi çizgisine yakın bir yönetim göstermekle suçlanan İngiliz Manda idaresine Arapların verdiği mesaj açıktır: Buradan gidin!

Ben Gurion’un dediği gibi, “Nasıl yaptıkları veya neye patladığı çok önemli değil. Ulusal Arap hareketinin her şeye rağmen, cesaretten, idealizmden, fedakârlıktan yoksun olduğunu söylemek çok yanlış olur.”

Yahudi – Arap çatışmalarının başladığı 1929 yazından II. Dünya Savaşı’nın başlamasına dek uzanan 10 yıllık sürede 10 binden fazla olay kayda geçer. 2000 Arap, 400 Yahudi ve 150 kadar İngiliz bu çatışmalarda hayatlarını yitirir. Resmi kaynaklardan alınan bu rakamlar İngiliz ve Yahudi kayıplarını tam olarak verirken, Arap kayıpları konusunda bir kesinlikten söz etmek olası değildir. Bunun en önemli nedenlerinden biri Arapların kendi aralarında giriştikleri çatışmalarda tam olarak kaç kişinin öldüğünün bilinmemesidir.