Cehennemi gördüm

Mordehay Ronen, 1933 yılında, şimdi Romanya’nın sınırları içinde olan Transilvanya’nın Dej adlı kasabasında dünyaya geldi. Şimdi eşi İlana ile birlikte Toronto’da yaşıyor. Bu yıl Auschwitz’i üçüncü kez ziyaret etti. Otobiyografisi geçtiğimiz eylül ayında yayınlandı. İşte, Ronen’in kendi ağzından çarpıcı hayat hikâyesi.

Sara YANAROCAK Kavram
7 Haziran 2017 Çarşamba

15 bin kişilik nüfusunun çeyreğini Yahudilerin oluşturduğu Dej kasabasının, Kodur Sokağında beyaza boyalı tuğla bir evde yaşardık. Beş çocuğun en küçüğüydüm. Bizler aramızda Yidişçe, dışarıda ise Romence ve Macarca konuşurduk. Evimizde bir bahçe ve bir avlu vardı. Bahçede mürdüm eriği, şeftali, kiraz ve elma ağaçlarımız vardı.  Çocukluğumla ilgili aklımda kalan en önemli kokular arasında annemin gulaş yemeğinin ve Şabat mumlarının kokusu var. Babam tüccardı. Sürekli seyahat ederdi. Annem bütün gün evin içinde çalışıp didinirdi.

Annemin beni uyutmak için söylediği ninni hâlâ kulaklarımda çınlıyor… “schaefeleh, schluf mein tier kind”  (Güzel uyu benim kıymetli çocuğum). Sinagog (shul) cemaat hayatımızın merkezini oluştururdu. Üç yaşlarımdayken orası hayatımın merkeziydi. Ben herhangi bir antisemitizm olayı hatırlamıyorum ama ebeveynlerim beni bu konuda sürekli olarak uyarırlardı: “Sakın karanlığa kalma, Hıristiyan çocuklar sana sataşıp, dövebilirler” derlerdi, ben de bunu onların aşırı koruyuculuklarından sanırdım.

O yıllarda kasabamızda ne gazete vardı, ne radyo, ne de telefon. O yüzden 2. Dünya Savaşı’nın çıktığını kasabaya dışarıdan yeni gelenlerden öğrenmiştik. Değişimi 1942-43 yılında görmeye başladık. Özellikle, Macar komşularımızdan… Bize çok kaba ve öfkeli davranıyorlardı. Sık sık, “Yahudiler, buradan çıkıp gidin, defolun” sözlerini duyar olmuştuk. Bir gün sinagogda hep birlikte şarkı söylerken, dışarıdan atılan iri bir taşla pencerenin vitray camı paramparça olunca, rabi bizleri, bunu bir sarhoşun yaptığına dair kandırmaya çalışmıştı. 10 yaşında bir çocuk olarak elbette buna inanmamıştım. Ne olup bittiğini çok iyi biliyordum.

Bir gün birkaç yabancı adam sinagogumuza geldiler. Polonya’dan kaçmışlardı. Bizlere inanılmaz hikâyeler anlatıyorlardı. Naziler bütün Yahudileri bir araya toplamışlar, mallarına el koymuşlardı. Onları acımasızca katlediyorlardı! Bizimkiler adamlara ‘messuggah’ (deli) diyorlar ve palavra attıklarını söylüyorlardı.

Bu hikâyelerden etkilenerek yaptıkları tek şey, evlerin bodrumlarındaki gizli bir köşeye bolca patates ve ekmek depolamaktan ibaretti.  Nedir ki 1943 yılının ortalarında artık gerçekler yüzümüze tokat gibi patlamaya başladı.

Bir gün babamı yakalayan birkaç kişi, kahkahalar arasında babamın sakalını kesip tıraş ettiler. Ben artık okula gidemiyordum. Ailem karanlık çöktükten sonra yanımda bulundurmak üzere bana bir fener vermişti. Ama ben fenerle dışarı çıkmayı kesinlikle reddediyordum.

 Macar Yahudileri gettoya kapatılıyor

Bir gün Macar jandarmalar, evimizi basıp daha birçok değerli eşyayla birlikte o feneri de alıp gitti.1944 yılında Budapeşte dışında yaşayan tüm Yahudileri toplayıp gettolara kapattılar.1944 baharında biz 7.500 kadar Yahudi Bungur Ormanının içinde bulunan derme çatma hayvan ağıllarından yapılmış bir gettoya hapsedildik. Hepimiz sarı renkli David Yıldızlarını takmak zorundaydık. Böylece Dej Kasabasında 150 yıldır süregelen Yahudi yaşamının artık sonuna gelinmişti.

Bizim ormandaki gettoyla ilgili bir anım var. Bizlerin orada açlıktan ölmekte olduğumuzu gören Mihai adındaki bir çiftçi, oraya her gün ineğiyle gelip onu sağar ve bize süt verirdi. Sonunda tutuklandı ve posası çıkana kadar dövüldü. Ondan sonra felç oldu ve belinin altı bir daha tutmadı.

İki hafta süren getto esaretinden sonra, Dej’in 435 mil ötesindeki Auschwitz’e götürüldük. O zamana kadar ailemiz hep birlikteydi. Oraya varınca kadın ve çocukların sola doğru toplanmaları istendi. Annem ve iki kız kardeşim o tarafa gittiler. Bu üçünü gördüğüm son dakikalardı. Babamı ve beni sağ tarafa ayırdılar. Elinde bir sopa olan Nazi Subayı Josef Mengele emirleri veriyordu. Kamp kurallarını öğretmek için görevlendirilen Yahudi bir adam yanımıza yaklaşarak Yidişçe “Cehenneme geldiniz! Kuralları duydunuz değil mi?” diye sordu.

Bir Nazi subayının, Yahudi bir bebeği havaya fırlattığını ve eğlenmek için kahkahalar atarak, ona ateş edip öldürdüğünü görünce, oranın cehennem olduğundan artık şüphem kalmamıştı. Cehennemi görmüştüm…

Toplama kamplarında yaşam

Çalışıyordum ama hayatta kalabilmek için çeşitli numaralara da başvurmak zorundaydım. Eğer nöbetçiler bizi ayıklamak için dışarıda sıraya dizeceklerse, o vakit barakamızın içinde veya diğer bir barakada gizleniyordum. Aslında en korunaklı yer, duşların yanındaki avluydu. Çünkü bütün cesetleri oraya yığarlardı… Böylece ayıklama zamanlarında oraya koşar, cesetlerin yanına uzanırdım. Böylece beni ölü sanıp yanımdan geçip giderlerdi.

Bize fıçıların içinde yiyecek dağıtırlardı. Fıçı boşaldığı zaman, içine girip dibinde kalanları toplardım. Eşeleyip sıyırdığım yiyecekler babamla bana fazladan yemek olurdu. Bacalardan tüten yoğun ve kapkara dumanları hatırlıyorum. Köpekler sürekli olarak havlarlardı.

Bizi Auschwitz’den sonra Birkenau’ya, ardından Mauthausen-Gusen’e naklettiler. Her gün kampın etrafını çevreleyen elektrik verilmiş dikenli tellerin dibinde birçok cesede rastlardık. Tellere dokunan birisi, oracıkta elektriğe kapılıp can verirdi. Bunlar belki de kaçmaktan ziyade intihar edip kurtulmak için yapılan girişimlerdi.

Gusen Ceza Kampına getirildiğimizde henüz 50 yaşında olan babam, bir gün artık dayanamadığını ve vazgeçtiğini söyleyerek aynı yola başvurdu. Artık tamamen yalnız kalmıştım.

Şubat 1945’te yılında bizleri yukarı Avusturya’da bulunan Gunkirchen’e naklettiler. Orada açlıktan neredeyse ölmek üzere olanların, ölü insan eti yediklerine şahit oldum. Ben ve diğerleri orada Amerikalı ve Kanadalı birlikler tarafından kurtarıldık. Almanlar kampı, yitik ve yenik bir ordu draması sergileyerek basitçe terk etmişlerdi. Oradan dışarı çıktığımda ilk yaptığım şey, bir evin kapısını çalmak ve banyo yapmak için izin istemek oldu. Bir şekilde diğer iki erkek kardeşim David ve Şuli ile buluştuk. Üçümüz de artık Dej’e dönmek ve bize ihanet eden kişileri görmek istemiyorduk.

Ben İsrail topraklarına gidip, babamın düşlerini gerçekleştirmek istiyordum. Ama oraya gitmek kolay değildi. Orada henüz bir Yahudi devleti yoktu. İngilizlerin koyduğu mülteci kotası ise çok sınırlıydı.

İtalya’da yasa dışı Irgun teşkilatına katıldım. Bu teşkilat daha sonra İsrail’in başbakanlarından biri olan,  Menahem Begin’in liderliğindeki Siyonist bir yeraltı teşekkülüydü. Kaçak bir biçimde silah yüklenmiş Altalena adlı gemi ile Tel Aviv’e gidecektik. Her seferinde olduğu gibi, başımdan geçenlerin kanıtı olarak çizgili mahkûm üniformamı da bavuluma koymuştum.

20 Haziran 1948 tarihinde Tel Aviv kıyılarına vardık. O andan itibaren kendimi İsrail tarihinin en can alıcı ekseninde buluverdim. İçi silah dolu Altalena Gemisinin demirlemesine Ben Gurion izin vermiyordu. Bir iç savaşın eşiğindeydik. İsrail Savunma Ordusu karadan, gemiyi top ateşine tutup batırdığı anda, hepimiz canhıraş suya atlamaya başlamıştık. Gemi ağır ağır batarken bavulum da denizin dibini boylamıştı.

Bavulumun içinde birkaç parça giysim, paltom, şapkam, gömleğim, çizgili, gri renkli mahkûm üniformam ve bıçağım vardı…

Yüzerek karaya vardım. Nihayet karaya ayak basmayı ve sevgili babamın rüyalarını gerçekleştirmeyi başarmıştım. Artık cehennem bitmiş ve hayatımda bembeyaz bir sayfa açma yoluna girmiştim.